“SELEF AKİDESi” İSLAM’IN KATIŞIKSIZ SAF AKİDESİ OLMASINA RAĞMEN, NEDEN BUNALIM DÖNEMLERİNİN İDEOLOJİSİ GİBİ GÖSTERİLMEK İSTENİYOR?

MEHMET EMİN AKIN

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“İnsanların kendilerine gerçekten insanlar sizin için bir araya geldiler; artık onlardan korkun dediklerinde, bu onların imanını artırdı ve Allah bize yeter ve O ne güzel bir Vekîl’dir dediler”
(Al-i İmran173)

Allah’a davet etmeyen akademisyenler en doğru İslam’ı laik kurumlarda sanıyorlar?
Türkiye’de birçok akademisyen ve güdümlü TV kanalları Selefîliği ve selef akidesine mensup olmayı; bunalım ve kriz dönemlerinin ideolojisi gibi göstererek bu akideyi, Kur’an, Sünnet ve ondan sonra da sahabenin ilmi ve selefî salihinin akide ve fıkhına ve terbiyesine bağlamak yerine; nassları harfî (literal) olarak yorumlayan Batınîlere denk bir safa koyarken onlardan daha tehlikeli ve daha sapkın göstermeye çalışıyorlar. Hâlbuki selef Akidesi dediğimiz zaman; sahabe ve İmamlarımızın Kur’an, Sünnet ve sahabenini fıkhından anladıkları akidenin anlaşılması gerekir.

Selef akidesi; Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in asıl akidesi ve menheci iken, bazı ilahiyatçılar ve batı diliyle konuşanların büyük bir kesimi, sömürge ideolojilerinin kurbanı olmuş ve Fransız Devrimi’nin Masonik sosyoloji dilini kullanıyorlar ve CIA’ın ve batılı istihbarat merkezlerinin ve beyinlerinin safsatalarını terennüm ediyorlar. Demek istiyorlar ki; selefîlik ve selef akidesi hasta bir zümrenin ve toplumda istekleri karşılanmamış olan gençlerin ve hayata dair umutları kırılmış ve toplumlarından dışlanmış olanların “kurtuluş ideolojisi”dir. Burada bu insanlara Ashab-ı Kehf kıssasına niçin iman ettiklerini de sormak isteriz.
Türkiye’de birçok cemaat, Müslümanlar üzerinde din komiserliği görevini icra ettiği için aslî kâfirlerden ve müşriklerden daha çok selef akidesine mensup Müslümanlara düşmanlık edip kin besliyorlar. Devletle işbirliği içindeki tarikatların hiç birisi bu ülkede terörle suçlanmadı. Devletin ideolojisine imanları ve itaatlerinden mi? Hayır. Peki neden. Onu da oturup siz düşünün! Devletin bir kurumu haline getirilmiş olan bir “din”e razı oldukları için. Bunun içindir ki devletin gözü ve gönlündeki yerlerini sağlam tutmak için batılıların Müslümanlara yönelik terörist yaftasının ardına sığınarak ömürlerini ve iktidarlarını uzatıyorlar. Devletin iktidarı Nakşiliğin ve Kadiriliğin iktidarı demektir.

Batı Türkiye’de dinî bir dönüşümün önünü almak için cihad cephelerindeki Müslümanların kahir ekseriyetinin selef akidesine mensup oluşları üzerinde çok ağırlıklı durmaktadır. Türkiye’de de bu yönde baskılar yapılıyor ve Hizbullah gibi Müslüman katliamına girişen bir örgüt, Suriye’de 200 bin insanın kanında eli varken, Türkiye’de TRT de dahi adeta cadı avı başlatmak için kurulan algı tuzağına gelebilmektedir. O halde sorun nedir. Sorun dini ve yöntemsel farklılıklar mı yoksa Allah adına hakkı söylemeyenlerin kimlik krizi mi?
Türkiye’de selefîlik bağlamında selef akidesine savaş açanlar İrancılar yani yerli Şiiler ve tarikatlarla Mealci diye adlandırılan Kadiyaniler ve diğer Batınî ekollerdir. Bunlar arasında kendisini fıkıhda Ebu Hanife’nin mezhebine nisbet edip de onun fıkından ve akidesinden ve sistem karşısındaki tavrından bihaber olan Sünniler de selef akidesine lanet okumayı ve bu akideyi dillendirenleri Amerika ve Avrupa’nın güvenlik kaygılarını gidermek ve kendi geleceklerini teminat (!) altına almak için selefîyye ve selefîlik üzerine yazmaya ve konuşmaya başladılar.

Neden böyle bir “dinî koalisyon”a gerek duyulmuştur sorusu, burada zaid olan bir sorudur. Bunun cevabı selef akidesinin yerelliğinin ve İslamîliğinin dünyadaki kâfir güçler tarafından bastırılmak istenmesidir. Mehdi ve İsa (aleyhisselam ) geldiğinde de kâfirler ve müşrikler o ikisine de düşmanlık edecek, bizler Müslüman olarak nerede saf alacakmışız?

إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ
Sünni Müslümanlar ve tasavvuf ehli, bunun mitolojik kıssaları ve menkıbeleriyle meşgul değiller mi? Neden acaba? Deccal gerçeği bize neyi anlatıyor? İmanla ve küfr milletlerinin savaşını değil mi? Öyleyse selefîyye tabiri ile Türkiye düşünce literatürüne sokuşturulmak istenen şey nedir? Selefîyye karşıtlığı dedikleri şey; aslında Türkiye’de Müslümanların hiçliğini ve açık gizlenemeyen düşüşlerini ve kronik kimlik krizlerini ortaya koymaktadır. Türkiye İslam’ı; demokrasi ve laiklik olmadan asla düşünülemez ve Türkiye Müslümanlığı laiklikle ayaktadır ve ancak onunla varlığını sürdürebilir bir dindarlıktır. Asıl sorun, bu kimliğin deşifre edilmiş olmasıdır. Bunu da selef akidesine mensup olan cihad ve davet cemaatleri ortaya çıkarmıştır.
Akademisyenler ve sanki Ortadoğu’daki savaşta (Irak, Suriye ve Yemen) asıl aktörleri görmeden yanı başımızda yaşanan felaketin müsebbibi ortadayken, Dağdaki eşkıyayı unutup bağ sahibini dövmeye kalkar gibi, Suriye ve Irak katliamlarının baş mimarı İran’ın tuzağına düşülüyor.

Dinî cemaatlerin ve ilahiyatların hayret verici işbirliği:
Türkiye’de sufî cemaatler ve ilahiyatçılar neden Hizbullah’ın akidesi ve İslam üzerinde oluşturduğu tehlikeleri konuşmazlar. Suriye savaşan bir tarafı ki aslı eleştirilmesi gereken onlarken, kalkıp siyasi bir hıyanet ve de saptırma ve tadlîl diyebileceğimiz selefîliği tezgâha koymak ve onu tartışmak ne demektir. Bir gün Suriyeli Müslümanlar da Hizbullah’ı neredeyse kendileri için de bir kurtarıcı örgüt imiş gibi görüyorlardı. Evet, şimdi, gördüler Hizbullah’ın ne demek olduğunu? Öyle ki Türkiye’de ne kadar Kur’an’cı ve Meâlci zümreler varsa, adeta Hizbullah’ı Halid İbnu’l-Velid’in ordusu gibi görüyorlardı hâlbuki bunlar Halid İbnu’l-Velid’i tekfir ederler.
Bu sözleri söyleyenler; Müslümanları demokrasi ve liberalizm gibi şirk ideolojileriyle aldatmak için Batı’nın dilini kullanıyorlar ve Batı’nın İslam’a karşı giriştiği amansız savaşta kullandıkları dille ve hevaları ile kirlettikleri bir Din’i İslam gösterip adeta İslam’da işgalci küffara karşı direnmenin ve Allah’tan umudunu neredeyse kesmek üzere Müslümanların yeniden dinlerinin aslına ve selefînin yoluna dönmeye davet etmelerini bunalımların ve krizlerin ideolojisinin tezahürü olarak göstermeye çalışıyorlar.
Bu batının; Dinle dine karşı savaşıdır. Yani kendilerini Müslüman zanneden ve batılı ideolojilerin ve rejimlerin kölesi ve kulu haline gelmiş olan bir dindar kesimin sosyolojisi ve akidesi ve yıkılmış benliğini temel alarak selef akidesine karşı savaşan batının yanında yer alıyorlar.

Türk ilahiyatçı akademisyenler bilerek veya bilmeyerek kapitalist Batı felsefenin insanları özellikle de geri bırakılmış ülke halklarının özgürlük mücadelelerini yoksulluk ve mahrumiyet gibi illetlerle bağlayarak, özgürlük savaşçılarını sermaye ve Batı düşmanı ve sonra da terörist ilan ederek onların haklı başkaldırışlarını kırmak ve ahlakî olarak siyasi emperyalist propagandalarıyla mahkûm etmek için kullandığı dili kullanmaktalar.

Özellikle Afganistan savaşında selefîlerin devreye girmesiyle bu emperyalist söylem; İslam’ı içinden çökertmek ve Müslümanları Müslümanlara kırdırtmak için Selefîliği Ehl-i Sünnet akidesine aykırı ve fıkhî mezheplerini inkâr edici göstermeye çalışıyor. Özellikle son üç yıldır; Türkiye’de tarikat camiası, İlahiyatlar ve AKP hükümetinin Diyanet teşkilatı adeta seferberlik ilan ederek Türkiye’de seslendirilen selef akidesine karşı düşmanca, yıldırıcı, iftira dolu ve toplumsal alandan dışlayıcı bir tavır sergilemektedirler.
Peki, Tarikatların, kişisel ibadet, giyim kuşam ve devlet tarafından kontrollü olarak kendilerine izin verilmiş olan eğitim ve öğretim ordularını neden devlet ve halkın dini üzerinde tehlike oluşturmuyor. Mesele rejimle barışık olma ve nimetlerinden yararlanma meselesidir.

Batılı istihbarat odakları, Türk medyası ve Diyanet:
Bu açık bir soğuk savaş ve ABD ve batılı istihbarat kaynaklarının Türkiye üzerindeki mühendislik çalışmalarının bir ürünü olarak tezahür ediyor. Çünkü en başta siyasî irade; Türkiye’de Ehl-i Sünnet akidesini ve fıkhını ilahiyatlarda yıpratıyor. İlahiyatlarda bazı akademisyenler tarafından Kur’an’ın ve Sünnet’in hükümleri inkâr ediliyorken, ne Diyanet, ne de hükümet bunun karşısında ses çıkarıyor.
“Lutherizm” diyebileceğimiz bir liberal Batınî İslamcı (!) Protestanlık tarzı din üretilirken, kimse sesini çıkaramıyor. Gençliğin akidesi ve dini üzerinde büyük tahribat yapan Şia ve Fazlurrahman ekölü ve Sünnet’i inkâr eden akımların da önlerine büyük imkânlar konulmakta ve bunlar hep el birliği ile İslam’ın saf ve temiz akide esaslarını terör örgütlerinin ideolojisi olarak ifşa etmektedirler.
AKP ‘nin hükümet olduğu dönem içinde özellikle de Suriye’deki savaş bulanık suda balık avlayan ideolojik birçok yapılanmanın önünü açtığı gibi bu dönem Kur’ancılık akımı ve Şia’nın Türkiye’de en güçlü propaganda yaptığı bir dönem de olmuştur.

Özellikle ilahiyatların ve de Diyanet’in bu konuda birçok sapkınlığa göz yumması; işbirliği içinde İslam fıkıh ve ilim tarihinde Ümmetin imamlarından, Ehl-i Hadis olarak bilinen; Buhari, Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud vb. diğer Hadis İmamlarının akidesi demek olan bir akideye karşı yıpratıcı ve aşağılayıcı bir cephe açmışlardır.
Diyanet AKP Türkiye’de Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünneti’ne düşmanlığın tehlikesini, saklamakta ve ABD ve AB’yi memnun etmek için içerde gelecek günlerde büyük bir kargaşaya sebep olabilecek ve Müslümanları yeni bir “mihne”den geçirecek olan siyasi ve algı oluşturucu bir dışlamayı ve din dışı ilan etmeyi deniyor.
Türkiye’de Diyanet de dâhil, siyasî irade; şirk ve küfr zümrelerini Kur’an’a ve Sünnet’e olan düşmanlıklarını görmezden gelip hedef saptırmak ve toplumsal hafızamızı kirletmek ve zihinleri iğfal ederek İslam’ın ahkâmını Din adına inkâr eden zümreleri korumaktadır. Evet, bunu bütün gerçekliği ile görmek zorundayız. Türkiye’deki tarikatçı din algısı ve liberal nifak yorumculuğu Kral çıplak diyecek olan İslam’ın çocuklarının her yerde yetişmeye başladığının farkındalar.

Fazlurrahman’ın ve Rafızîlerin izleyicileri de AKP hükümet üzerinde baskılarını artırarak, Kur’an ve Sünnet’in tefsir ve ilimlerine ilahiyatlardaki düşmanlığı gizleyip selef akidesine düşmanlık ve ötekileştirme üzerinden aslında ilahiyatlarda büyük bir Din tahrifatının kapısını açıyorlar.
Türkiye’nin siyasi ve ekonomik olarak çok zor durumda kaldığı bir dönemde ve İsrail ile Amerika’ya karşı savaşan Müslümanları yıldırmak ve Müslümanların gözünde haklı savaşlarını terör olarak nitelemek, Kur’an’a ve Sünnet’e düşmanlığın en büyük desteği olacaktır. Mısır’da Kur’ancıların ABD’yi İhvana karşı müdahaleye ve savaşa çağıranlar arasında Kur’ancıların da olması boşuna değildir.

Selefîfobi niçin akademisyenlerin ağzına sakız oldu?
(28 Şubat’ta birşey mi demişlerdi !?)
Selef akidesini İmam Ahmed’in (rahimehullah) marjinalliğiyle açıklayacak kadar sefil ve Allah’tan korkmaz ilahiyatçılar (!) ve İbn Teymiyye’nin haysiyetli, şerefli ve izzetli tavrıyla; aslında İslam’ı ihya ettiğini ve İslam fıkhının sahabedeki karakterini ortaya koyduğunu, şirk nerden gelirse gelsin, buna Tevhid üzere cevap veren ve İslam içindeki bozulmalara kıyam eden bir âlimin mücadelesini; selefîliğin psikolojik bir şahsiyet bozukluğu ile açıklayanların acaba zerre kadar haysiyetleri var mı?

Tabii ki İbn Teymiyye gibi bir İslam âliminin, müctehidin ve Ümmet için canını seve seve verecek olan bir davetçinin ve rabbanî bir âlimin yapması gereken; Moğollar gibi müşrik ve kâfir bir işgalciye ve liderlerine başkaldırmak ve Müslümanları ve Müslüman Sultanları ve mezhep farkı gözetmeden halkı onlara karşı cihada davet etmekti. Nasıl oluyor da İbn Teymiyye gibi tevhid ve davet İmamının ilmî tavrı ve fıkhî duruşu; bunalım ve kriz dönemlerinin ideolojisi ya da teolojisi olarak açıklayabiliriz?
İslam’da cihad ve vatan savunması sayılan en haklı ve en meşru bir direniş ve kıyamı; ruhsal bozuklukla açıklayan sefil ilahiyatçılar ve dinlerini dünya menfaatleri için satan münafık ve kullara kulluk eden zalim ve Allah’a itaati terk etmiş olanlar gerçekte ruhsal bir bunalımda ve sapmanın doğru adresindeler.
Batı, İslam dünyasını bir daha dirilmeyecek bir biçimde hırpalıyor yakıyor yıkıyor ve harap ediyor ve buna yardımcı oluyor: Batının bu zulmüne hayır diyemememiz için ilahiyatçıların ve bir kısım münafıkların eliyle Kur’an ve Sünnet üzerinde korkunç ve telafi edilmesi asla mümkün olmayacak; ilmi, siyasî ve hermenötik bir tahrif yapılmaktadır. İlahiyatlar ve Diyanet Türkiye’de devlet tarafından istismar edilen ve kullanılan ve şamar oğlanına çevrilmiş olan bir dinin üretilmesine alabildiğince yardım ediyorlar.

Selefî bir akideye sahip olmak bunalım ve krizlerin hastalıklı bir sonucu mu?
Moğollara ve Haçlı ordularına karşı savaşanlar ve Hıristiyanlardan milyonlarca insanı öldüren ve hatta Anadolu bozkırlarında kimi haçlı ordusundan bir tek nefer bile hayatta koymayan Selçuklu orduları Hanbeli mezhebi ya da bugünkü tanımlamayla selefîlikle hiçbir ilgisi olmayan Müslüman ve Hanefi olan İslam ordularıydı.

Şimdi Çanakkale ve Kurtuluş savaşındaki savunma ve cihadı bunalım dönemlerinin ve kriz zamanlarının bir davranış biçimi olarak açıklamak ne kadar kasıtlı, haince ve münafıkça bir yorum ise, Bosna’da Çeçenistan’da, Afganistan’da ve Şimdi de Suriye’de ve Irak’ta Müslümanların namus ve şerefleri için Haçlılarla işbirliği yaparak Büyük İsrail’in kurulmasına önayak olan İran ve Nusayrilere karşı savaşmak da aynen Çanakkale ve Kurtuluş savaşı gibi, bu Müslüman halkların en meşru, hakkıdır. Hatta Dinen vacib olan bir sorumluluğudur. Ancak bunu bunalım ve kişilik bozukluğu gibi alçaltıcı ve küçümseyici bir dille açıklamak, kesinlikle düşmanca ve iyi niyetli olmayan bir yaklaşımdır.

Buna rağmen, ABD’yi sanki cansız eşya üzerinde konuşuyormuşçasına ABD’yi bunun sebebi görmekle birlikte; ezilen, toprakları işgal edilen ve zalimlerin zulmü altında inleyen insanların savaş döneminde kâfirlere değil Allah’a sığınmalarını kişilik bozukluğu ve bunalım dönemlerinin parçalanmış karakteri olarak izah etmek, gerçekten yeryüzünde hakları için savaşan haysiyetli milletler için yapılacak en büyük hakarettir.
Zulme karşı ellerinde imkân varken başkaldırmayanların; tarih ve şeref sayfalarına hiçbir olumlu cümle yazmayacaktır. Türkiye’de, Kur’an ve Sünnet etrafındaki savaşta İHL’nin ve İlahiyatların yavaş yavaş Kadiyanîlerin (Meâlciler) ve Bahaîlerin ve de Şia’nın düşüncelerine açık hale geldiğini gizlemek için günah keçisi seçilmiş olan ve selefî dedikleri Müslümanları Allah bilir çok iğrenç bir saldırı ve “mihne” dönemi bekliyor.

Takiyye ve Şiî tekfiri karşısında tevhidi yücelten Ehl-İ Sünnet gençliği, İrancılık ve Modernizm
İran, Tevhidi Türkiye’de gündeme taşıyan bu gençliği; siyasi iradeye terörist ilan ettirerek; Irak, Afganistan ve Suriye’de Tevhide ve Tevhid devletine giden yolu açmak isteyen Müslümanları -burada- Türk Müslümanlığı ideolojisine ezdirmek istiyor. Yani İsrail ve ABD selef akidesine intisap eden Müslümanları liberal Müslümanların (!) eliyle vurmak ve tüketmek istiyor. Bu; Fazlurrahman’cı AKP kadrolarının, İran ve Diyanet eşliğindeki ilahiyatların ve de en nihayetinde bütün devletçi, ırkçı tasavvuf cemaatlerinin ortak görüşüdür. Öyleyse Türk ilahiyatları ve hatta kısmen de Diyanet, Amerikan Rand Corporation kurumunun işbirliğiyle bu savaşı başlatmışlardır.

Türkiye’de Kadiyanîliğe, Bahaîliğe, İsmaîliliğe ve de akidemizin ve fıkhımızın en büyük düşmanları Rafizîlere tanınan imkânlar, bir gün bu ülkeyi Suriye’ye çevirdiği zaman, pişman olmanın bir faydası kalmayacaktır. Suriye’de AKP’nin kendilerine iki hafta süre tanıdığı Esed nasıl ki Haçlıları ve Marksistleri bile yanına alabilmiş ve İslam’a kaşı savaşında AKP’yi dahi kendi lehine çevirmek istediği bir savaşın içine çekebilmişse, yarın buradaki Rafıziler de aynı şeklide Hükümeti, selef akidesi üzere olan Müslümanların üzerine haydi haydi saldırtabilir. Çünkü Rafıziler komplo ve hiyanet teorilerinde yeryüzünün en mahir desise ustalarıdır. Öyleyse; selef akidesine sahip olan bu memleketin asîl ve temiz çocukları Türkiye’de yakında bir “mihne” (zor ile sınanma) yaşar mı bilemiyorum.

Türkiye’de tarihin bazı kırılma dönemlerinde yaşanan acı tecrübelerden hareketle; selefîliği eleştirenlerin meseleye salt güvenlik problemi ya da fıkhî mezhepler ya da Kelamî Mezheplerin çerçevesinden bakıp hem kavramı ve hem de kavramın İslam fıkıh literatüründeki yerini sağlıklı bir biçimde anlamadan, selefîliği toplum düşmanı bir canavar ilan ederek istenilen sağlıklı yoruma ve değerlendirmeye ulaşılamaz.
Çünkü selef akidesi velev ki Maturîdilik ve Eşarîlik iddiasında bulunanlarca dışlansa bile; asılda fıkıh ve sahabe meselesinde ve Kur’an ile Sünnet’e ittiba’da Emevîler döneminden beri İslam âleminin başına büyük belalar gelmesine sebep olmuş, Batınî, Karmatî ve Rafızî düşünce ve hareketlerden çok daha farklı ve Ehl-i Sünnet orijinli bir akide yöntemidir.

Selefîlik mi sapkınlık oluyor, başak hiçbir cemaatte sapkınlık yok mu?
Meseleyi selefîliğin Din’de bir “sapkınlık” olduğu şeklinde ele alan devlet ideolojileri ve bunu destekleyen tarikat geleneği, işi hem siyasî anlamıyla ve hem de dini ve mezhebi boyutuyla ele almakta ve hatta bazen de Türklük ve Farisîlik gibi konuları da bu konunun içine dâhil etmektedirler. O nedenle, İran ve Türk mezhepçiliğinin hâkim olduğu alanlarda bugünkü selefçi yelpaze henüz karşımızda yokken bile, selef akidesini savunanların ne kadar Kur’an ve Sünnet’e yaslandıklarını ciddiye alan ve adil bir surette inceleyip hüküm veren çok az kimse olmuştur.

Fakat dün olduğu gibi, bugün de dikkat ederseniz amaç Din’in geldiği gibi ihyası ve Rasulullah’ın Sünneti’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) ittiba edip Allah’ın “Dini İkame” dediği hususu çoğu karşıt gruplar derinlikli ve sahici bir şekilde ele almamaktadırlar. Bu da eskiden olduğu gibi Dini ilk saflığıyla Tevhid üzere sahiplenme ve Din’e katılan bid’atlere karşı Sünneti ve ilmi ihyadır.
Tarihimizde birçok İmam ve Müctehid, Müslüman yöneticiler tarafından zulüm gördü. Kimi de bu işkenceler sonucu öldüler. İmam Ebu Hanife’nin, Ahmed İbn Hanbel’in ve Sufyan es-Sevrî’nin ve Emevîler döneminde Said İbn Cubeyr, Hasan el-Basrî gibi Din âlimlerinin ve fukahanın gördükleri zulme rağmen, bid’at ve sapkın dini yorumlar karşısında takındıkları tavrı; o kemalde ve yeterlilikte olmasa da bu Müslümanlar kısmen de olsa üstlenmektedirler. Yani İslam’da ıslah dediğimiz bu olguya; aynı derecede birçok ıslahatçı âlim de katılmaktadır. Peki, sorun nerede? Selefî olduğunu söyleyenleri, diğerlerinden ve diğerlerini de selefîlerden ayıran ciddi İslami farklılık veya kırılma nedir?

Bu, Ahmed İbn Hanbel’in, Malikilerden bazısı ve Şafiilerden de bazısının temsil ettiği bir ıslah yoludur. Bu damarın içinde Ebu Hanife, İmam Malik vb. birçok mezhep İmamı ve müctehid vardır. Peki, Ahmet İbn Hanbel gibi, “Kur’an’ın yaratılmışlığı” konusunda; işkencelere maruz kalıp Müslüman yöneticiyi tekfir etmemesine rağmen, nasıl oldu da selefîlik akidesi veya menheci birden 35 yıldır dünya gündemine bu isimlendirmeyle terörizmi besleyen bir ideoloji olarak ilan edildi. Bu isimlendirme; aslında Müslümanları hakikati öğrenmekten alıkoymak için terör olgusunu öne çıkararak terörize eden Arap istihbarat teşkilatlarının ve beyninin ürünüdür.

Selefîlik mi tekfircilik, yoksa selefîliği öcüleştirmek mi tekfircilik?
Fakat tekfir meselesi selefîlikle değil, bütün mezheplerin “Riddet bablarında ve harbilerle ilgili hükümlerin anlatıldığı konularda ele alınmıştır ve bunun usul ve kaidelerinden söz edilmiştir. Yani eğer bazı selefî hareketlerde “tekfir fıkhı” denen olgudan söz edilecekse; aynı zamanda bütün fıkhî mezheplerin de fıkıh külliyatlarında bunun nasıl ele alındığını da ortaya koyma zarureti vardır.

Üzücü olan şey, selefîleri tekfirci zümrelere ilhak etmek isteyenlerin fırsattan istifadeyle toplumda ömürlerini uzatmak isteğidir. Ancak batılı rejimler ve siyasal Oryantalizm’in, Kur’an’ ve Sünnet’e karşı verdiği savaşın selefîliğe saldırı ve olumsuz eleştirilerimiz ve ötekileştirmemiz arttıkça güçlendiğidir..Bu yetmiyormuş gibi, bu kargaşadan istifade eden ve Türkiye üzerinde uzun yüzyıllardır istediğini elde edemeyen birçok mihrak da bu çatışma ve hesaplaşma anını dört gözle beklemektedir.

Cemaatler ve Kadiyanîlik diyebileceğimiz; Meâlci ve Sünnet’i dışlayan zümreler öğretmenler ve bazı öğretim görevlileri eliyle İlahiyatlar ve İHL adeta selefîliğe karşı hendek kazmaya başlıyorlar. Hükümet ve taraftarları cadı avına çıkmaya hazırlanır gibi bir telaş içindeler.
Akıl sahiplerine sesleniyoruz: Allah’tan korkun ve bu oyunun içinde Suriye’deki savaş ortamına Türkiye’yi taşıyan İran’ın ve yabancı istihbarat örgütlerinin özellikle ABD, Fransa, İngiltere ve de dolaylı olarak İsrail’in oyununa gelmeyin. Üç avuç selefîyim diyen Müslümana karşı; İran gibi, tarihi bir tehlikeyi unutarak akidede (nass, dinî edille anlamında söylüyorum) hiçbir ihtilafınızın olmadığı selef akidesi mensuplarına karşı geliştirmeye ve artırmaya başladığınız düşmanlık; sizi derin Safevî devletinin ve Rafızilik ideolojisinin ve “Tekfirci Mehdilik”in savaşlarının tuzağına düşürecektir.

Safevilik, Selçuklu ve Osmanlı
Bugün kendilerine Alevî diyenlerin, Nusayrilerin Fıhkî olarak Ehl-i Sünnet’e ve de Hanefi mezhebine duydukları kini ve düşmanlığı unutamazsınız. Ki onlar hâlâ düşmanca beyanatlar vermeye ve ortamı germeye devam ediyorlar. Baba İshak ve Şahkulu isyanları kimsenin hatırından çıkmamalı. Şah İsmail’in adamlarının Bursa önlerine kadar önlerine gelen her şehiri, Toroslardan itibaren nasıl yakıp yıktıkları ve Müslümanların âlimlerini ve Kadılarını nasıl hayvan derilerini koyup öldürdüklerini hiç unutmayın. Yeniçeri Ocağının lağvedilmesinin sebeplerini kimse unutmamalıdır.

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Müslümanları sırtlarından vuran Avrupa karşısında iki devleti de yıpratan bunlardı. Tarihin hafızası değişmedi. Aynı yerdeyiz ve hiç kimse bir şeyi unutmuş değil bizler hariç..!
Yavuz Selim köprüsüne selefîler karşı çıkmadı. Bu ülkede İslamî eğitim ve öğretime selefîler karşı çıkmadı. Miras’ımıza sahip çıkma konusunda belki bazıları çekimser olabilir bu kim ve ne olduğumuzu unutmaları anlamına gelmemelidir.

Cumhuriyet tarihinde de Şeyhul-İslam Mustafa Sabri Efendi, Cumhuriyet yöneticilerini İskilipli Atıf Efendi ise Frenklere isteyerek ve severek benzeyenleri tekfir etmiştir. İskilipli “Frenk Mukallidliği” adlı kitabını şapka kanunundan önce yazmasına rağmen, haince idam edildi. M. Sabri Efendi sürgünde öldü. (Allah onlara rahmet eylesin) Tabii ki bunu söylerken, selef akidesinin karşıtları aslında dinin içindeki bir çatışmada en az onlar kadar kendilerinin de bu olumsuz durumda belli oranda fitneye ortak olduklarını unutuyorlar.
Selef akidesine düşmanlık bir İsrail, İran ve ABD projesi midir? İslam Ümmeti parçalanmanın son aşamasına gelmişken günah keçisi Selefîlik midir?

Selefîlik ve selefîler üzerine yazanların ele almayı büyük oranda hatırlarına getirmedikleri şey budur. Hâlbuki hakikat apaçık ve gün gibi ortadadır. Herkes ideoloji haline getirdiği Kelamcılığını, mezhepçiliğini ve tasavvuf saplantısını ve körü körüne yanlış yollarda ve cahil önderlerin iddialarını savunup Müslüman kardeşiyle uğraşacağına; Kur’an, Sünnet ve Ümmetin İmamlarının âdâbı ve ilmine göre kendisine çeki düzen verse birçok mesele kendiliğinden hallolacak. Ama ne yazık ki kimse buna yanaşmıyor ve te’villerin girbadında Ümmeti oyalayan ve yeniden Haçlı ve kâfir milletlerin işgalleriyle karşı karşıyayken ve her İslam ülkeleri yeni bir parçalanmanın ve belki de ebedi bir esaretin eşiğindeyken, bu tartışmaların; Kur’an ve Sünnet gibi iki Rabbani mesned ve nur elimizdeyken birbirimizi yıpratmaya ve İslam düşmanı milletlere ve rejimlere bizi teker teker yok etme ve külliyen İslam’a son vermelerine yardımcı olamayız.

Bunda en büyük sorumluluk; fıkhî mezhepleri izlediğini söyleyen, Vela ve Bera akidesinden elini çekmiş olanlara ve Türkiye’de siyaset üzerinde bile etki sahibi olanlara düşmektedir. Sorun bütün Müslümanların Rablerine ve Rasullerine karşı iman ve itaatleri sorunudur, sorun sadece selefîlik ve ona yüklenen olumsuz sonuçlar değildir. Laik rejimler Din ve dine ait olanı küçümsediği ve Müslümanların dinlerini gerçek anlamıyla öğrenmelerine izin vermediği için, devletin yasakladığı İslamî bilgileri, kişiler kendi çabalarıyla elde etmek zorunda kalıyorlar. Durum böyle olunca da, devletin din tanımını bu insanlar reddetmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Dolayısıyla, devletin güdümünde vegüvende olan cemaatlerin ve ondan nemalanan kesimlerin elbette bu uyanan insanlarla bazı sorunları olacaktır. Bu sorun iktidarın yanında olma ile olmama sorunudur.

Türkiye’de fıkhî, anlamda Müslümanların aralarında hiçbir sorunun olmaması gerekirken, Mezhep taassubu ve ictihad ehli olanın savunacağı ve kendine vacib kılabileceği birçok hususta Hanefi mezhebi dışındaki Ehl-i Sünnet fıkhına pek sevimli bakılmamaktadır. Bu husus aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanı’na (Prof. Dr. Mehmet Görmez) yaklaşık dört yıl önce gönderdiğim uzun ve ayrıntılı mektupta da dile getirdim. Önemine ve hususiliğine binaen bu mektubu yayınlamadım.

Ancak bizim gibi gayr-i İslami rejimlerde yaşayan, Müslümanlar tarihte çektikleri acıların sebebiyle kendilerini yeni kıyımlardan korumak ve Müslümanların da zayıflığını ileri sürerek Din’deki bu hüküm olgusunu ihmal edip çekindiklerini söylemek yanlış olmasa gerek.

Selef akidesine mensup Müslümanlar her kesimde olduğu gibi birçok hatanın içine düşmüşlerdir. Bu hatalar daha çok fıkhî, akidevi ve sonra da stratejik hatalardır. Fakat İslam Ümmetini tehdit eden tehlikeler karşısında kaybedecek zamanın kalmadığını söyleyip silaha sarılanlarla bunu kısmen kabul etmekle birlikte daha geniş bir perspektiften bakıp Ümmeti kucaklamayı (Kur’an, Sünnet rehberliğinde ve Ümmetin İmamlarının irşadı ve ictihadlarıyla) istediklerini kimse inkâr edemez.

İran’ın selef akidesi düşmanlığı, aldatılan saf Türklere neden bir şey söyleyemiyor?
İran’ın “Elli Yıllık Plan” adlı stratejisi ve “Ummu’l-Kura Projesi” hakkında biraz bilgiye sahip olanlar, İsrail ve Batılı istihbarat savaşlarında İran’ın da azımsanmayacak ve çok tehlikeli bir gidişat içinde olduğunu görür.
Biz yirmi beş otuz yıldır bu tehlikeye işaret ediyor ve yazıyoruz. Söylediklerimizin hepsini; İran tavırlarıyla ve batı ülkeleriyle olan ilişkileri ve İslam ülkelerinde başlattığı yeni Safevilik ve Moğolvari saldırılarıyla savaşlarıyla doğrulamıştır. Biz İran gerçeğini bu kadar avaz avaz bağırıp yazmamıza rağmen, bugün en az iki parti adeta İran’ın memuru gibi çalışmaktadır.

Saadet Partisi kurmalarıyla 2014 yılı 6 Şubat’ında 1 saat otuz dakika süren görüşmemiz esmasında Rafızilerin ve Şia’nın sahabeyi nasıl tekfir ettiklerini ve Türklere ve özellikle Osmanlı’ya ve Sekçukluya ne kadar düşman olduklarını ve Şah İsmail’in Portekizlilerle İslam âlemini taksim projesini anlatamadım. Onlara göre ben, yanlış ve uydurma tarihi bilgiler ve 22 GB’lık yalan bir dosya ile kendilerine gelmiştim.
O. Asiltürk şöyle itiraz ediyordu:” Biz on sekiz gün Hoca’yla (N. Erbakan’ı kasdediyor) birlikte İran’da kaldık, kesinlikle hiç bir âliminden böyle bir söz duymadık” ben de kendisine şöyle dedim: “Lütfen rica ediyorum onların âlimleriyle görüşüyorsunuz. Sizi bir ziyaretlerinde bizi de çağırın onların kitaplarında sahabenin ve Ehl-i Sünnet Müslümanların nasıl kâfir olduklarına ve onları tekfir ettiklerine dair kendi kitaplarından bazı hükümleri onlara okutayım” dedim. Fakat Arapların dediği gibi “la hayate limen tunadî” (çağırdıklarında hayat kalmamış ki sen onlara ne diye sesleniyorsun!”

Bunun için Beşşar’ı Müslüman görüp Suriye’de ırzları ve haysiyetleri için dünyanın en büyük seffahının oğluna: “Allah’ımız bir, kitabımız bir Peygamberimiz” bir diye taltifte bulunup o katili ve kâfiri tezkiye etti. Türk olduğunu zannettiğimiz bu insanlar, İran’ı canları gibi seviyorlar ve Suriye’deki, katliamın yanında durarak zalim Nusayri masonu savunuyorlar hem de hiç utanmadan ve sıkılmadan. 1982 yılında Hama’daki katliamı görmelerine rağmen. Yine Baas Partisi, yine Nusayri bir seffah ve yine Masonluk..

Evet, Allah’ın diniyle savaşan bir adam; M. Kamalak’a göre; “Rabbi, kitabı ve Peygamberi bizimle bir (!) olan” adam oluyor. Görüyor musunuz kâfiri ve zalimi nasıl tezkiye ediyorlar? Bu adamları Kur’an’dan bu kadar uzaklaştıran ve nifaka sokan şey, zavallı ve serseri bir İran sevdası ve İran’ın yalanları ve tatlı şirin görünen “vahdet” ve “kardeşlik” cilveleri ve takiyyesi. Fazla yazmaya ne hacet, işte İran ve İşte Irak ve Suriye ve işte Yemen.

Erbakan Hoca’nın ve Erdoğan’ın İran yanılgıları bize çok ağıra patlamıştır. On binlerce genç, dinlerinin aslı yalan olan ve ecdadına düşman bir kavme bu kadar aldanamaz bu dünya tarihinde görülmüş bir şey değil. Onun içindir ki, Fatih Erbakan babasının yolunu izleyerek sahabeyi tekfir eden bir mut’acıyı getirtip Bursa’da Osmanlı’nın temiz mübarek camilerine sokmuş ve bütün Osmanlı’ya hakaret etmiş ve tarihine küfretmiştir. Üstelik bu zalimi ve tilkiyi protesto eden gençleri, Mücahid Erbakan naralarıyla dövdürtmüş ve Osmanlının torunu olarak alnında bu kara leke ile tarihe geçmiştir.

İşte böylece “Millî Görüş”ten Şiiliğe evrilen bir Saadet ve ona bağlı gençlik hareketi ile karşı karşıyayız. Sahebe’yi tekfir edenin arkasında namaz kılmak, ayaklarını yıkamayan bir insana namazda uymak.. Bu hangi zillet? Asiltürk’e; “gençlerinizi Şiîleştiriyorlar” dediğimde; bizim akidemiz sapsağlam, hiç kimse gençlerimizi Şiileştiremez dedi, fakat Beşşar’ı savunan kendisiydi.

Meseleyi hkmet ve iman terazisinde mi el alacağız, yoksa Şiileşmiş tasavvuf terazisiyle mi?
Eğer akıllı davranır ve hikmetle ve imanla hareket edersek İslam düşmanı cephelerin bizi birbirimize kırdırarak daha güçlenmelerine fırsat vermeyiz. Ama şunu da unutmamak gerek ki, Kur’an’ın ve Sünnet’in tarihi derinliği kadar nerdeyse bir o kadar da bazı anlayış ve pratiklerin de kadimliği söz konusu. Peki, bu iki ayrı çizgiyi nasıl birleştirebilir ve Ümmetin geniş ve kalın bir çizgi olan kimliğini yeniden inşa edebiliriz?
Burada özellikle toplumsal alanda selefçilik ve selefîlik iddiasında olmadığı halde, ümmetin fıkhına ve hadis İmamlarına saygı duyan bir kaidenin ve esasın olduğunu da hatırlaması gerekir. Bu çatışmaya bir an önce son vermek için her yapının kendini zatında te’villerin karmaşası ve mecâzcılığın esaretinden kurtulup yalın bir biçimde ilimde usule dönmektir. İmam Malik’in dediği gibi; “Bu ümmetin evveli ne ile ıslah olmuşsa, ahiri de ancak onunla ıslah olacaktır” Bu, Kur’an’a ve Sünnete dayanan bir kavildir. Bu geniş ve Ümmetçe kabul gören bakış açısını yitirdiğimiz için ya da zayıf bıraktığımız için bu konudaki yorumlarımız; dünya sisteminin korkuları ve evhamlarının gölgesinde şekillenmekte diye düşünüyorum.

Türk akademisyenler ve analizlerinin öbür yüzü
Önemli derecede akılları ve benlikleri batıcı eğitimin tezgâhında şekillenen Türk Din âlimleri ve akademisyenler, Cihad cemaatlerinin yanlışlarından bilgi eksikliklerinden ve hatta aşırı ve haddi aşan amellerinden söz edebilirler, buna belli oranda onlar gibi düşünmeyen birçok insan da katılabilir. Bu görünen gerçeği kimse inkâr edemez. Ama bunu söylerken, İslam dışı rejimlerin ve kendi topraklarında İslam’ın Batıcı rejimler ve hükümetler tarafından nasıl kırıldığını, İslam ahlâkının, tarihimizin ve de haysiyetimizin nasıl örselendiğini ve aşağılık bir kimlik muamelesi ile karşı karşıya bırakıldığını ya görmüyorlar ya da akademik korkaklığın ve ürkekliğin getirdiği psikolojik baskı ile söylemekten çekiniyorlar.
Âlimler ve akademisyenler, eğer Allah’ın kendilerinden istediği gibi, bir İslam’ı bütün gerçekleriyle öğretselerdi, sonradan İslam’a ve Müslümanlığa (!) sokulmuş olan bid’at ve hurafelerden, kavmiyetçilik ve çirkin bölgecilik ve ayrımcılık gibi hastalıklardan kurtulacaklardı.

İslam âlemini işgal edenlere karşı donanmanın ve günü gelince ve cihad etmenin hakikatından ve gerekliliğinden söz etmiyorlar. Demokrasi ile İslam arasında hem merci ve hem de makasıd ve muhteva olarak hiçbir yakınlık ve benzerliğin olmadığını söyleyemediler. Eğer bunu öğretselerdi; İslam âlemindeki, bu kargaşalar daha aza inecek ve bütün Müslümanlar o zaman âlimlerin ve muslih fukahanın etrafında halkalanacaktı.

Türkiye’de birçok kimsenin “İhvan” tecrübesi övmelerinin sebebi İhvanın kâfirlerin yönetim tarzı olan demokrasiyi ve batılı bir devlet modeline sıcak bakmaları ve geleneksel Dine ses çıkarmamalarındandır.
Selef-i salihin akidesi ve ilimdeki menheci üzere olanların, gayeleri; Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünneti üzere Kur’an’a iman etme ve bu çerçevede bir İslam toplumu oluşturma niyetidir. Akademisyenlerin önemli bir kısmı, onların akidelerini göz ardı ederek meseleyi tamamen yanlış bir mecrada ve sadece dinde aşırılık ve güvenlik sorunu bağlamında ele almaktadırlar. Ki bu çıkış ve soruna bu tarz bir yaklaşım; batılı güvenlik konsepti ölçülerine göre hareket edildiğini hatıra getirmektedir.
Her ne kadar bu eleştirilerde doğru, yapıcı ve aydınlatıcı bilgilere rastlamakta isek de, geneli itibarıyla ABD’nin ve Avrupa’nın İslam’a bakış algısına hizmet etmektedir. İslam her gün yeni bir şekle, gösterişe ve liberalizme dönüştürülür ve vahy’in değerleri aşağılanırken, bunu hiç bir şeymiş gibi izleyenlerin kendilerine bu meselede vazife çıkarmaları da bir projesidir.

Batılı sistemler İslam’ın ezildiğî, ahlak ve haysiyetlerinin ayaklar altına alındığı ve O’nun gücünün kırıldığı eski İslam beldelerindeki yönetimlerle, genel itibariyle hiçbir sorun yaşamamaktadır. Gerektiğinde zaten dilediği gibi müdahale etmekte. İslam’ın özüne dönmeye karşı olan akademisyenler ve sulta alimleri ise bu gibi durumlarda derhal batıcı konsept gereğince, almaları istenilen yeri alıveriyorlar. Müslümanlara karşı bu batıcı, demokrat, modernist, liberal ve münafık zümre de derhal, İslam adına devreye giriyor ve Dünya düzeni adına fetvalar vermeye başlıyor.
Akademisyenler daha yapıcı olabilirler mi?
Türkiye’deki akademisyenler, sağlıklı ve doğru olan yolu görmek zorundadırlar. Çünkü değerlendirmeleri; hep ABD ve batılı demokratların ve İslam düşmanlarının algısını güçlendirmektedir. Güya selefî hareketler ve düşünce akımı; fıkhı dışlayıcı ve geleneği inkâr edici imiş. Peki, neden Batılı öğretim sistemleri; tarihimizde İslam’a karşı çıkmış olan; Kur’an ve sünnet çizgisini aşan bütün akımları Üniversitelerin tedrisat programına yerleştirmiş ve İslam yerine uydurma şeyler öğretirken kimse ses çıkarmıyor? İslam ülkelerinin çok azı hariç, İslami tedrisat ve kavramlar tamamen CIA ve Avrupa’nın güvenlik konseptine ve Oryantalist bakış açısına göre düzenlenmektedir.

Bizde de ilahiyatlar bunun için kurulmuş ve Oryantalizme göre dizayn edilen bir aklediş ve düşünüş tarzı yerleştirmeye memur kılınmıştır. Bunun içindir ki Türkiye ilahiyatları İslam’ın aslından irtidadı neredeyse adet haline getiren en önemli batıcı öğretim kurumları haline gelmiş veya getirilmiştir.
Bu kurumların hiç birisinden; siyasi ve bilimsel olarak İslam’ın izzetini savunan aklı başında bir tek hareket ve kimlik çıkmamıştır. Bütün sorun, selef akidesinin bunu ilimle ve geçmişimizin sahih geleneğine sahip çıkarak eleştiriye açmış olması ve İslam düşmanlarının karşısında daha açık ve anlaşılır bir kimlikle çıkmış olmasıdır.
Türkiye’de selef akidesi; Yunan ve şirk felsefelerinin bile tedris eden Laik, liberal ve demokrat sahte teolojik edilgen ve şirke ve küfre ses çıkarmayan sahte İslam’a karşı bir umut olacağı korkusuyla, Oryantalist İslamcılar buna karşı duracaklardır.

Yine burada tekrar ederek söylüyorum: Türkiye’de selefîlik diye adlandırdıkları bir hareket henüz yokken ve Türkiye için vehmettikleri hiçbir tehlike arz etmezken, ilahiyatların, tarikatların ve Diyanet’in ve hatta YÖK’ün selef akidesine karşı düşmanca ve yıkıcı, İslam fıkhını dışlayıcı bir tavır alanlarının çok iyi okunması ve gerisindeki niyet ve iradenin mutlaka doğru okunması gerektiğini düşünüyoruz.
Selef akidesinin günahı, İslam topraklarını savunması mı?

Dikkat edilirse, selef akidesinin mensuplarına karşı girişilen siyasal linç ile dinsel linç; AKP’nin Irak, Afganistan ve Suriye’deki politikalarıyla paralellik arz etmektedir. Bu çok ince bir ayrıntıdır ve belki de Türkiye’de AKP’nin savaşın dışındaki en ana gündem maddesidir.

Peki, Afganistan’da, Irak’ta ve şimdi de Suriye’de milyonlarca Müslüman’ın kanını akıtan ve yeryüzünde neredeyse dikili bir taş bırakmayan; Amerika, İran, Rusya İngiltere, Fransa ve Hizbullah’ın bu korkunç ve insanlık dışı cinayetlerine ve soykırımına rağmen ve bu zulüm hâlâ devam ederken; tarikatların, ilahiyatların ve de Diyanet’in Rafıziliğin İslam dünyasını nasıl kana buladığını görmezden gelip sadece ve sadece selef akidesinin üzerine yürümeleri; İran’ın, ABD’nin ve İsrail oyunudur.

İran’ın AKP ile nasıl bir ilişki içinde olduğunu ve Türkiye’nin nasıl rafızileştirildiğini ve 25 yıl sonra belki de Cami minberlerinden -Şah İsmail’in yaptırdığı gibi- Ebu Bekr’e Ömer’e ve sahabeye küfredilecek bir sürece doğru sürüklendiğimizi ve AKP tarafından selefîlik tehlikesi ve paravanası ardından götürüldüğümüz yeri görmememiz için bu karartma ve saldırılar tv’lerden ve onlarca sempozyumda tartışılmaktadır.

Selefîlik savaşı veya kavgası; aslında bir kaşık sudaki fırtına bile değilken İran’ın Türkiye’nin entellektüelleri ve AKP ile diğer siyasi partilerdeki yapılanmalar ve muhtelif medya organları, vakıflar ve dernekler üzerinden ve network şebekeleri aracılığıyla selef akidesine ve onun İmamlarına özellikle de Ahmed İbn Hanbel’e ve İbn Teymiyye’ye karşı bir savaş veriliyor. Bu savaşın iki ayağı var; birisi tarikatler diğeri de İran ve Şia.
Sanki selefîlik bir veba, adeta sokaklarımızı ve şehirlerimizi sarmış ve sanki selefîler AKP’nin ve tarikatların nezdinde ve Vatikanlaşmış ilahiyatların bazı akademisyenleri tarafından haşa birer kuduz köpek muamelemesine ve saldırısına hedef kılınmaktadır.

Türkiye’nin içinde bulunduğu ahlaki durumu görüyorsunuz bunu saklamaya gerek var mı? Nerde İslam? Nerde ahlak? Üniversiteler neredeyse fuhuş arenalarına dönüşmüş. İslam ve Müslümanlara her gün hakaretler ve saldırılar sürerken, İran tehlikesini görmeyelim diye neden bu selefîler kurban seçiliyor diye herkesin oturup kendisine sorması gerekir.

Bu planlı ve düzenli medya saldırısının ardında önemli derecede İran var ve İran; Türkiye Müslümanlarını birbiriyle çatıştırarak ülkeye yerleşme fırsatı arıyor. Çünkü neredeyse birçok Sünni akım ve hareket, hatta mezhep mensupları İran’ın yayılmacı politikalarını göremiyor ve korkunç bir aldatma içinde yer alıyor.
Türkiye’de bir eski partinin siyasi kadrolarının ve gençlik kollarının İran propagandasına soyunmalarının anlamı ne? Bursa’yı işgal etmek ve ele geçirmek isteyen Kızılbaşların ve Safiyyudin Erdebilî’nin casuslarının Anadolu’yu hâlâ ele geçirip bizi Nusayriler gibi boğazlamak istediklerine inanmayanlar ve bunu unutturmak isteyenler, selef akidesini günah keçisi seçmişlerdir.

Şunu açık ve yüksek sesle söylüyorum. Heva ve hevesine aldanmış ve İslam’ın izzetini yitirmiş olanlar, selef akidesine mensup olduklarını söyleyenlerden korkuyordur. Zira selef akidesine sahip olmak, bu ülke için bir tehlike değil, üstelik bir kazançtır. Çünkü bu düşünce tarzı sahabe ve selefî salihinin akidesidir. 30 yılı aşkındır İran Rafızî inkılabının ajanları ve daileri (Mürtedleşmiş -dönme- Sünniler) İran’ın Ümmetin akidesinin aslına düşmanlıklarını yayıyorlar ve onlara alet oluyorlar.

Türkiye’deki İran’ı konuşmaya neden kimse cesaret edemiyor?
İran Türkiye’ye yerleşmek, siyasi ve kültürel bir taban ve zemin sağlamak ve Türkiye’de yeniden Alevi-Kızılbaş isyanlarını; Ehl-i Beyt ve Caferilik adına bir savaşı başlatmak için selefîlerin ve selef akidesinin üzerine geliyor ve bunda çok mesafeler katediyor. İran Afganistan, Irak ve Suriye’deki fitne tohumlarını ekiyor ve içerde savaş provalarına soyunanları destekliyor. PKK ve PYD’nin ardında çok ciddî bir İran desteğinin olduğunu inkâr edebilir misiniz?

Anadolu’nun en önemli, şehirleri; Trabzon’da, Erzurum’da, Van’da ve Kırıkkale’de mut’a yapıldığı söylentisi yayılan oteller açılıyor güzel ve alımlı İranlı Şiî kızlar tarafından Rafıziliğin saflarına çekiliyor. Biz (!) ise,ne yazık ki, yeni bir Hasan Sabbah hareketiyle karşı karşıya olduğumuzun farkında değiliz. Özellikle S.Arabistan’da bu girişim çok tehlikeli boyutlara ulaşmış ve Arabistan’ın Kızıldeniz sahilleri İran’ın ekonomik savaşının sıcak bir sahasına dönüşmüştür.

Biz, bu tehlikeyi, yıllardır haber veriyoruz. İran Türkiye ile büyük bir savaşın içinde İran’ın Türkiye’den daha kolay yutacağı başka hiçbir toplum yok. Tasavvuf cemaatlerinin vd.lerinin İbn Teymiyye düşmanlığı ve Celalettin er-Rumi’nin akidesi ve kültürü üzerinden savaşmaları Anadolu’nun kapılarını sonuna kadar Rafızi İran ve Iraklı Şiî akımlara açmıştır. Uyanmazsanız yarın çok geç olabilir.
Türkiye’de İslam’ın iradesini kıran ve yasaklayan bir rejim; hâlâ ayaktayken Müslüman ilim adamları, tarikatlar ve düşünürler nasıl utanmadan İslam’a küfretmiş ve onu gericilikle niteleyen bir şirk sistemiyle karşı karşıya iken, buna dair tek bir cümle kurmazlarken, fitne süvarilerini selef akidesine iman etmiş Müslümanların üzerlerine gönderiyorlar?

Türk âlimleri, Allah’ın onlara vacip kıldığını söylemekten ve yapmaktan korkuyorlar. Bunun için birçoğu bâtılın ve şirkin karşısında ses çıkaramamakta ve onlardan hakkı söylemiş olmaktan ötürü demir parmaklıklar ardına kimse atılmış değildir. Neden acaba? Yoksa İslam’ı veya en doğru dini (!) öğrettikleri için sistem tarafından ödüllendirilmişler midir?

İlahiyatçı akademisyenler, istihbaratın entelektüel algı mühendisliği için mi kullanılıyorlar?
Akademisyenlerin, tarikatların içine düştüğü şirki ve toplumda yaydıkları hurafe ve dalaletler karşısında susmaları, laikliğin ve liberal batıcı eğitim ve öğretimin bir gereğidir. Bunun içindir ki akademisyenler; topluma Kur’an ve Sünnet ile yön vermede ve Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabının yoluna davet etmede en büyük psikolojik ve entelektüel engeli teşkil etmektedirler. İlahiyatlar ve Diyanet Din’in modernize edilmesi ve devlete entegre edilmesi yönünde ciddi yanlış adımlar atmaktadır.

Biz hiçbir fikrin ve yöntemin kutsallığından söz etmiyoruz. Mademki selefîlik Türkiye’de araştırmaya ve eleştiriye açılıyor, öyleyse Rafızilik ve siyasî adıyla Şiîlik nedir ve tarihî misyonu ve ilkeleri nedir ve temel kaynaklarında diğer Müslümanlara nasıl bakmaktadırlar bunun da tartışmaya açılması gerekir. İstanbul’daki bir tarikatın meşhur adamı selefîleri, Vehhabilik ve sapkınlıkla suçlar ve AKP’nin davulunu çalarken biraz da aklına Rafıziliğin Türkiye için nasıl bir tehlike arz ettiğinden söz etsin. İran siyasî gücü ya da çeşitli lobileri aracılığıyla Türkiye’de özellikle dindarların sermayesi ile kurulmuş TV kanalları üzerinde çok ciddî bir etkiye ve duygusal ilişkiye sahip. Neden bunu dile getiremiyorlar?

Türkiye’de tasavvuf ve tarikatlar aslında önemli oranda Şiilik mitolojisinden ve mistisizminden etkilenmiştir. Bu nedenle Şiîlerle Türkiye’deki tarikatlar arasında birçok benzerlik olmasına rağmen, onlara karşı imiş gibi durmaları ırkî sebeplerledir. Yoksa mitolojilerindeki; Hallac, es-Sühreverdî İbn Arabî Hacı Bektaş ve Mevlana kültü aynı kaynaktan beslendiklerin ortaya koymaktadır. Şiilikteki İmamlar ile tasavvuftaki Şeyhler, Veli, Kutb ve Ğavs arasında ciddi benzerlikler vardır. Her iki kesim de İbn Teymiyye’yi tekfir ediyor ve bunu saklamıyor. Bu kalın ortak çizgi ve neredeyse selefîlik ve İbn Teymiyye konusunda özdeş düşmanlık Türkiye’de İran’ın önünü açmaktadır.

Türkiye’de İbn Teymiyye’ye en çok hakaret edenlerden birisi, cinselliği zayıf olanlar erkeklerin Kur’an ayetlerini zekerine okuyarak şehvetini kuvvetlendirmeleri konusunda kitap yazan bir sapkın ve Allah’ın ilimden sonra şaşırttığı bir maskarayı İslam ve Din adına selefîliği vahşi bir mahlûk gibi göstermeye çalışan akademisyenlerden hiç birisinin eleştirmemiş olmasıdır.
Kur’an ayetlerini cinsel konularda kullanmaktan utanmayan bazı zevâtın selef akidesini eleştirmelerinin hikmeti ne?

Şevhet düşkünü bu aşağılık sefiller; İbn Teymiyye gibi hidayet imamlarını hasedlerinden ve kinlerinden kötüleyebiliyorlar ve hatta tekfir edebiliyorlar. Benim korkum o ki, bu saçmalıklara inanan tarikatların tamamı aslında gizli bir Şiilik kalıntısı taşımaktadır. Çünkü bir ilim cemaati, ya da Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyen bir kimsenin çağını yüzyıllarca geride bırakıp ileriyi gören ve Ümmeti bu konuda uyaran bir âlime bu kadar düşman olmaları düşünülemez. Bu kadar düşmanlığın ve nefretin mutlaka çok farklı akidevî sebepleri olmalıdır.

İbn Teymiye’ye düşmanlığa gelinceye kadar, İslam’a ve Müslümanlara o kadar zulüm ve kötülük yapan ve Allah’ın kitabını tahrif eden münafık var ki. Bu nedenle şahsım olarak İbn Teymiyye düşmanlığının artık ilmî nakd ve cerh hududunu aşıp Ehl-i Sünnet âlimlerinin en seçkinlerinden ve Allah’ın kitabını ve rasulü’nün sünnetini dalalet ehline karşı savunan bir âlime bu kadar ağır hakaretlerde bulunulmasının ilmi aşan bir illeti olduğuna kanaat getirdim. Zira bu artık İslam ümmeti içinde kökünden sökülüp atılması gereken maraz olarak karşımızda durmaktadır. Selef Akidesinin de bu Şamanizm kalıntısından esintiler taşıyan tasavvuf kültürüne karşı mücadelede en başı çekmesi sebebiyle ve Kur’an ile Sünneti sahabenin ve selef-i salihinin anladığı gibi anlayıp tatbik etmek istemesindendir.

İslam öncesi kültürlerden ve inançlardan kalma birçok konuda Şia ve Tasavvuf benzerlik arz etmektedir. Ölülerden yardım dilemek gibi, ğaybı bilmek gibi. Eşya üzerinde tasarruf gibi, ya da öldükten sonra dünyadaki hayatından daha güçlü bir şekilde tasarrufta bulunmak gibi. Şeyhlerin kudsiyet derecesinde ‘la yus’el’ olmaları ya da öyle kabul edilmeleri gibi vs. vs. Müridlerin gizli hallerinden ve kabir ehlinim ahvalinden haberdar olmak gibi. Kabirlerin aşırı derece ta’zimi ve üzerlerine bina inşa etmek gibi.
Bunun için Tarikat ve tasavvuf ehli; İbn Teymiye ve selefîlik nefretinden zararlı çıkacak, İran ve Rafıziler ise kârlı çıkacaklardır. Selefîleri toplumdan soyutlama ve ötekileştirme bittiğinde, sıra Türk tarihindeki en büyük tasavvuf ve tarikat kıyımına gelecek o da İran’ın ve Türkiye’de dostlarının birlikte verecekleri bir savaşla olacaktır. İran’ın Afganistan, Irak ve Suriye’ye yerleşmesinde özellikle Türkleri ve Türkiye’de Kürtleri ciddî bir fikrî, siyasî ve mezhepsel etki altına aldığını görmeyen yoktur. Bu gözle gördüğümüz sonuçlar; İran’ın ve dailerinin yıllardır kullandıkları dilde ve edebiyattaki İran mı acaba? İran ve Şia gerçeği işte Irak, Suriye ve Afganistan’da gözlerimizin önüne akıl sahipleri olanlar oturup düşünmeliler. İran, yüzlerce yıl, Ehl-i Sünnet Müslümanları sırtından vurmasına rağmen, Müslümanları Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki güçleri aslında onları da himaye etmiştir.

Hayır, durum bugün çok farklı ve onlar tarihin öcünü almak ve bizleri İsrail’in, Rusya’nın, ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın ve Fransa’nın desteğinde topraklarımızda zelil etmek istiyorlar. Ortadoğu’da şu an gördüğümüz savaş; Şia’nın desteklenmesi, Ehl-i Sünnet zelil kılınması ve Haçlı Şiî ittifakının intikamını alma savaşıdır.

Çünkü tasavvufi cemaatler önemli oranda Türk Osmanlı geleneğine bağlılıklarını hâlâ sürdürmektedirler. Laikliğin ve Cumhuriyet’in yeniden kurulması aşamasında bunlar gündeme gelecektir diye kuşku eden birçok insanla karşılaştığımı söylemek mübalağa olmasa gerek.

Mehmet Emin Akın
08.12.2015
Salı:22.05

Bir cevap yazın