İsnad ve Önemi
İSNÂD VE ÖNEMİ
Mehmet Emin Akın
1
ﺍﳊﻤﺪ ﷲ ﺭﺏ ﺍﻟﻌﺎﳌﲔ ﻭ ﺍﻟﺼﻼﺓ ﻭ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﻋﻠﻰ ﺍﳌﺒﻌﻮﺙ ﺭﲪﺔ ﻟﻠﻌﺎﳌﲔ ﻭ ﻋﻠﻰ ﺁﻟﻪ ﻭ ﺃﺻﺤﺎﺑﻪ ﺍﻟﻄﺎﻫﺮﻳﻦ
İsnad’ın tarifi: Arapça “esnede” fiilinin masdarıdır. Aynı zamanda “yükselme ve tırmanma” anlamına da gelir.”Sened” dağlardan ilk karşılaştığımız cihettir. (el-Kâmus el-Muhît:s.370) Istılahî olarak; Bir metn vasıtasıyla bir sözü veya vakayı nakletmek, çıktığı kaynağı ve geliş yollarını tesbit etmektir ya da diğer bir tabirle “tesebbüt”te bulunmaktır. Hadis âlimleri bunu, “sözü sahibine raf’etmek şeklinde de tanımlamışlardır. Kimi âlimler de bunu, sözü sahibine ulaşıncaya kadar bir silsile içinde nisbet etmektir demişlerdir. Sened kelimesi; bir bakıma sabit olan ve değişmeyen bir asla sözü irca etmek ve sıhhatini bu sabit ve güvenilir olan asla döndürmektir. Hadislerin ya da haberlerin sıhhat ve veya zaafı, ancak “isnâd”ın sıhhati ile bilinir. Ravilerinde tenkid edilen ravi olmadığı sürece. İlim ehlini bir kısmı da “sened” ile “isnâd” arasında dikkate değer bir fark olmadığına kanidirler. Bu alimler arasında esSuyutî’yi sayabiliriz. Âlimlerimizin bir diğer kısmı da “sened”e hadisin manası demişlerdir. İsnada ise lüğavî bir anlam vermişlerdir. İster ”metn”e isnâd diyelim ister “sened”e isnâd anlamını verelim; nihayetinde söz konusu olan burada hadislerin ve haberlerin “metn”i üzerinde konuşmaktayız. O halde, bizlerin doğrudan görmediği ve duymadığı nakilleri, rivayetleri ve sözleri sahiplerine nisbet ederken üzerinde yürüdüğümüz yolun adı “isnâd” denebilir.
2
Âlimlerimiz “isnâd” üzerinde durmuşlar ve “isnâd”ın dinden olduğunu söylemişlerdir. Onun içindir ki; Abdullah İbnu’l-Mubarek (rh.a) gibi bir hadis âlimi; İsnad dindendir, eğer isnâd olmasaydı, dileyen dilediğini dilediği gibi söylerdi.” diyebilmiştir. (Müslim: Mukaddime; s.15) Hadis âlimleri derlerdi ki: “ Hadis rivayet edenlere “kimden “diye sorduğumuzda eğer rivayet ettiklerinde “sebt” ve “sikâ” değillerse, bu sorunun karşısında şaşırırlar ve hadisleri kimlerden aldıklarını söyleyemezlerdi. İslam ümmetinden başka hiçbir ümmette isnâd denilen bir ilim yoktur. Bunun içindir ki İbn Hacer gibi âlimler “isnâd”ı farz-ı kifaye olan ilimlerden görmüşlerdir. (el-Menhelu’r-Reviy:194) Aliyyu’l-Kârî (rh.a); “ İsnadın aslı bu ümmetin özelliklerinden olmasıdır. Bu müekked olan sünnetlerden ve farz-ı kifaye olan bir ilimdir.” . (el-Menhelu’r-Reviy:194) İmam Abdullah İbnu’l-Mubarek (rh.a)derdi ki: “Eğer Din bize sabit olmayan ve güvenilmeyen ve mu’temed edilmeyen bir nakille gelseydi bilen de bilmeyen de bu din hakkında konuşurdu. Acil de âlim de dilediğine helal ya da haram derdi. Her isteyen de dilediğini haram kılabilirdi. Böylece din bir karmaşaya dönüşür ve bu selin önünü kimse almazdı. Fakat Allah temiz Sünneti korumak için Allah’ın bu ümmetin en hayırlıları olarak seçtiği sahabe-i kiram ki onları Allah bu emaneti taşımakla mükellef kıldı ve onlar kendilerinden sonra gelen tabiuna ev onlara tabi olanlar bu Dini naklettiler. Böylece bu din onların vasıtasıyla sahih bir nakille bize kadar geldi. Bunun için İmama Abdurrahman İbn Mehdî şöyle demiştir:
3
“Kişi; dinde sahih olanla sahih olmayanı birbirinden ayırmadan, kendisine ulaşan her haberle hüccet beyanına kalkışmayı bırakmadan ve ilmin nerden sahih olarak gelmiş olduğunu bilmeden dinde İmam olamaz.” (Şerhu İleli’t-Tirmizî: c.1,s.476) Bu kısa makalede “isnâd” hakkında gereken bilinleri serdetmenin ne kadar uzayacağını bilirsiniz. Bu sebeple İsnadın Kur’an’ın bir emri olduğunu, Kur’an’ın sahih olanla olmayanı, hak olan ile batıl olanı hidayet olanla dalalet olanı, birbirinden ayırmamız için haberlerin nakillerinde “sıdk”a ve “tesebbüt”e verdiği önemi; “yalan” “iftira” ve “bühtan”a karşı iyi bakmadığını, zikrettiği tehditlerden biliyoruz. Bu ümmetin, yani Tevhid ümmetini diğer şirk ve dalalet dinlerinin ümmetlerinden; ilim alma ve sıdk olanı arama hususunda Allah’ın lütfuyla fevkalade bir üstünlüğü olduğunu Kur’an’ın bize tevatürle gelişinden ve bu nakillerin hiç birisinden bir diğeriyle çelişen bir ayetin bulunmaması, bu ümmetin rabbinin kitabını ve Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bize nakletmede akıldan önce takva ve iman melekelerini hizmete sunduklarının en büyük delilidir. Takva ve iman olmadan akılların hiçbir değeri yoktur. Allah Azze ve Celle kitabında; “ Sakın hakkında ilmin olmayan şeyin ardına düşme; gerçekte; kulak, göz ve kalp bunların hepsi bundan hesaba çekileceklerdir.” (İsra:36) Bu organlar idrak organlarıdır. Peki, “ilim” olmayanla ve ilim olmayanın peşinden gittiğimiz zaman; zannın, yalanın, tekzîbin, belki de dalaletin ve küfrün ardından girmiş olacağız. Böylece zannda ve adem-i tesebbüte teslim olarak, heva ve nefsin ya da
4
şehvetlerin peşinde “ilm” olanı bırakıp bunun zıddı olan cehl ve zulmün ardında gideceğimiz ihtimali çok yüksektir. Allah, söylediklerimizde “sıdk” üzere olmayı dinden ve yalan söylemeyi ve yalan iftirada bulunarak batılı hak yerine ikame etmeyi haram kıldı. Eğer ümmet bu konuda Allah’ın kitabına itaat etmeseydi ve Rasul’ün (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetini hakkıyla izlemeseydi, bu din bize bu derece sağlam ve metin bir şekilde ulaşamazdı. Herhalde mükellef olan bir ümmeti söz konusu etmeden de Kur’an’ın hıfzedilmesinden söz edemeyiz. Allah bu ümmete Kur’an’ı hıfzedecek bir iman ve dirayet verdiği için kitabını korudu. O halde Kur’an; işitmediğimize, duymadığımıza ve kalbimizin de fıkhetmediğine ilim dememize izin vermiyor. Peki, kulağın duyduğu, gözün gördüğü ve kalbin de anladığı şey sıdk ve hakikat olmasa da mı, bu şey ilim olarak adlandırılır? Elbette ki böyle bir şey söz konusu değildir. İlim, Kur’an ve Sünnet’te; tevhidi ikame eden, adaleti ve Allah’ın şeriatını; merhamet, üzere tatbiktir. tevhid üzere ve Kur’an’ın adalet çerçevesinde ve dairesinde olmayan bir ilim Kur’an’ın övdüğü ve insanı Allah’ı tevhide ve halis kulluğa götüren ilim olamaz. Bunun içindir ki, Allah Kur’an’da mücerred bir “adalet” kavramından veya olgusundan değil, Allah’a ubudiyeti tesis eden ve Allah’ı tevhidi insanlığa ulaştıran ve ahirete imanın önünü açan bir adalete, adalet demiştir. Liberal ve sosyalist bir zihniyetle tanımlanan dalalet, Allah’ın Kur’an’da sözünü ettiği adalet değildir. Çünkü demin sözünü ettiğimiz şirk ve küfr ideolojilerinin Allah’ı tevhid diye bir gayesi yoktur. Bunun için İslam’ın öz ilkeleri olarak adalet ve tevhidden söz eden zevatta evrensel adalet yalanı ve uydurmasının tuzağına düşmüşlerdir.
5
Kur’an; tevhid akidesini kuru bir iddia ve asılsız, hakikatsız bir ilim üzerine kurmadı. Hakeza Sünnet-i Nebebiyye’de aslı olmayan, hakikatı Kur’an’ın; hidayetinden, tebyîninden ve tefsirinden, letâifinin ve işaretlerinin gösterdiğinden, tedebbüründen ve istinbatından ve geçmiş ümmetlere hüda ve hikmet olan kıssalarından başka bir şeyi bize din olarak tavsiye etmedi. İsnad ilmi ve bu ilmin ahlakının inşa ettiği, ilmi ahlak ve yüksek seciye bu ümmeti yeryüzünü sadık varisleri ve efendileri kıldı. Eğer İslamî ilimlerde “isnâd” denen bir ilim ve isnâdın öncelediği dinî, ahlakî ve edebî ilkeler ve esaslar olmasaydı, ne Kur’an bize sağlıklı bir nakille gelirdi ve ne de Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti. Kur’an; Allah’a imanın bütün vesile ve yollarını bize gösterdiği gibi, akletmenin ve ilim talebinin bütün yollarını da göstermiş, O’nun katında ilim olarak neyin makbul olduğunu da bize haber vermiştir. Müslümanlar Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hadislerini nakletmeden hadisin sıhhatine; Kur’an’ın ve Sünnetin genel talimatı ve emri gereğince önem vermişlerdir. Bu yöntem ve bu yöntemle ilgili; kaide usul ve ilkelerin tamamı; Allah’ın gönderdiği kitabın ve onu tebyin ve tefsir eden sünnetin sahip olduğu ilmin Allah katından olduğunu insanlığa tebliğ ve beyan etme davasıdır. Bunun içindir ki; Müslümanlardan; sıdk ehli âlimlerimiz ve mühaddislerimiz, müfessirlerimiz ve fakihlerimiz; haberin sıhhati üzerinde icithad etmeyi dinden görmüşlerdir. Çünkü isnâdın sıhhati bu din ve bu dinin nasslarının sıhhatıyla doğrudan ilgilidir. Heva ve yalanla uydurulmuş olanla, sahih bir şekilde bize ulaşanı ayırmak için bu ümmet, hiçbir ümmetin ilim ve haberlerin rivayeti ve nakledilmesinde göstermiş olduğu halis ve sadık gayreti bugüne kadar tarihte hiç bir ümmet gösterememiştir.
6
Kur’an’ın sıhhatı ne kadar önemliyse, hadislerin de sıhhati o derece önemlidir. Zira haberlerinde “yalan”ı veya “batıl”ı din edinen bir ümmetin, Allah katından diyerek insanlığın nazarına sunduğu bir kitaba da güvenilmez. O halde “isnâd” ilmini bu cihetiyle görmek ve anlayarak değerlendirmesini yapmak zorundayız. Yukarıda da dediğimiz gibi, biz burada “isnâd”ın ne olduğunu, “âli isnâd” ile “nâzil ” olan isnâdın ne demek olduğu üzerine durmayacağız. Ümmetin âlimler; bir sözün Allah’ın Rasülü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) nisbetinin hakikat olup olmadığını, bu isnâdın dereceleri ve evsafı ile keyfiyeti üzerine ne kadar çaba sarf ettiklerini ancak bu ümmete saygısı olan ve onların ilmine vakıf olup bu uğurda emek verenler bilebilir. İsnad ilmini İslam’ın nassları, fıkhı ve nebevî kaynaklarının sıhhatini tesbit ve değerlendirme açısından önemini ve ciddiyetini bilen müsteşrikler ve misyonerler bu ilmin sıhhati ve değeri hakkında akıllarımıza şüpheler sokmak ve zihinlerimizi sarsmak istiyorlar. Bunun için de “metn” ve “isnâd” meselesinde ümmetin âlimlerinin isnâdını çürütüme savaşı vermektedirler. Eğer kendileri doğrı olsalardı, kendi dinlerindeki nassların doğru ve sahih olan isnâdlarından söz ederlerdi. Haydi diyelim ki; zikrettikleri isnâd doğru ve sahihi; peki, isnâdda bulunan zevatın dini, ahlakı ve helalden mi yeyip içtikleri, haram mı yedikleri Allah’ı tevhid edip etmedikleri konusunda ne diyecekler? Allah’a yala isnâdında bulun bir milletin haberlerinin sıhhatine ne derece güvenilir ki? Diyelim ki; müsteşrikler ve onlara destek veren dini ve düşünce odakları Sünnetin birçok isnâdının sahih olduğunu kabul ettiler. Peki, bu isnâd üzerinden gelen ilmi kabul edecekler mi? bizde de bunları izleyen zavallılar ve bazı ilim ehli; hadislerin “isnâd”ı üzerinde durulduğu kadar, “metn”i üzerinde
7
durulmadığından söz ediyorlar. Peki, soralım; bu metinlerin doğru olduğunu isnâdı ittiham ettikten sonra nasıl doğru kabul edeceğiz veya doğruluğuna nasıl güveneceğiz? Bunun da yolunu hemen size gösteriverirler, Sünnet bize tevatür yoluyla gelmemiştir, Kur’an bize tevatür yoluyla gelmiştir ve korunan ancak korunandır; dolayısıyla da Kur’an’ın testinden geçirilmeyen hiçbir haberi kabul etmeyiz kolaycılığına teslim olup Yahudilerin ve Nasranîlerin safına geçiverirler. Çünkü onlara insanlarını sorduğunuz zaman size isnâd diye bir şeyden söz edemezler. Bunun için de İslam ümmetin isnâd denen ilmine saldırmak ve onun hakkında kuşkular ve şüpheler yaymak zorundadırlar. Bizde isnâdı alaya alıp isnâdın ne demek olduğunu Müslümanlara anlatmadan “metn” süvariliği yapanlar artmıştır. Bilelim ki, bu onların dinlerin kuvvetinden değil; hevalarından ve akılcılıklarının tuğyanından ya da cehaletlerinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki Hadis ilminde “illet ilmi” [İlmu’l-İlel] dediğimiz ilim, tamamen “metn” ile ilgili bir ilimdir. Hadislerin dereceleri ve sihhatleri “isnâd”la ilgili lduğu kadar “metn”le de ilgilidir. Ümmetin âlimlerini, Batılı âlimler kategorisinde yani, laik ve pozitivist ilim adamları derecesinde görmek isteyenler bu sözleri sarf edebilir. Eğer hadis ilimlerinde “metn” ve “isnâd” konusunda bir şeyi söyleyecek olan varsa buyursun; önce ümmetin âlimlerinin sahip oldukları; ahlaka, ilime ve edebe, zühde ve takvaya sahip olsunlar, sonra da isnâd ve “metn” üzerinde konuşsunlar, zira ilim hiç birimizin tekelinde olan bir gerçek değildir. İlim, erbabı olan sadık ve ihlâs sahibi insanın yitik malıdır. Müslümanlar, ”isnâd” ilmini durup dururken ihdas etmiş değillerdir. Bu ilmin esası Kur’an ve Sünnetle sabittir.
8
“Ey İman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun getirdiği haberin doğru olup olmadığını” ayrıntılı olarak açıklığa kavuşturun! Ki, cehaletle bir kavme kötülüğünüz ulaşmasın.” (Hucurat:6) Ayeti biraz yakından ele alalım: 1. Teklif, iman edenlere: İman neyi kabul ediyorsa bunun tamamı haberin sıdkı için lazım olandır. İmam neyi yasaklıyor ve doğru görmüyorsa, bu haberlerin naklinden de yasaklanmış ve kınanmıştır. 2. Bir fâsık size bir haber ulaştırırsa; haberi getirenin kimliği hakkında uyarı. 3. Hemen tebeyyün’de bulunun! Bu ne sebeple emredilemktedir? İmanın iktizası ve gereği olmasından ötürü. Peki, ya haberi getiren fâsık Müslümansa? Bu durumda ne yapmamız gerekiyor? Haberini reddetmek onun şahidliği hakkında dikkatli davranmak. 4. Bir kavme “cehalet”le zarar verme.. Peki, bu ne demektir? Bu zarar maddi olduğu gibi manevi de olabilir. Hadisin isnâdının sahih olması haberlerin isnâdının sahih olması gibidir. Ayette haberi getiren kimse üzerinde durulmamaktadır. Bu sebeple de onun haberinin incelenmesi istenmektedir. Hadis âlimlerine baktığımız zaman değil fâsıkın rivayeti ve naklettiği haberi incelemek, onlar ve sebt olan alimlerden gelen haberleri dahi incelemişler ve bu hadisi senedindeki ravilerin ilimleri, nesepleri, hocaları ve akranları ve beraber hadis rivayet ettikleri insanların bile isnâdları ve rivayetleri üzerinde durmuşlar ve hadis konusunda tesebbütte bulunmadan ve ilimleri olmadan konuşamamışlardır., Tabii ki bu sözlerimizi Ebu Davud’un ve İmam
9
Müslim’in hadis ravileri hakkında eleştirileri ve irşadlarının doğrultusunda anlamak gerekir. (Bkz. Müslim, Mukaddime) Dolayısıyla bu ilme “dahîl” [sonradan giren gayr-i makbul] olanlardan söz etmiyoruz. Haberleri isnâdsız kabul etmek bu ümmetin özelliklerinden değildir. İsnadın sağlıklı olmamamsına rağmen, doğru olan bir metni de reddetmek bu ümmetin hususiyetlerinden değildir. O halde herkes bildiği ilimde konuşmak zorundadır. İlim adına bilmediği alanda konuşmamalı ve ahkâm irâd etmemelidir. Çünkü Allah Azze ve Celle Kur’an’da bunu sarahaten haram kılmıştır. Kur’an’a muhalefet eden baştan bütün ahlakî ve dinî ilkeleri çiğnemiştir o ilimden söz etse ne olur? Biz burada hadis âlimleri için “ismet” iddiasında bulunmuyoruz. Bizim gayemiz onların bu ilimde üzerlerine düşeni yaptıklarıdır. Bu ilimlerde de söz sahibi olanların, onları edeplendiren ve onlara bu ilimlerdeki ahlakî ilkeleri vaz’eden nassların doğrultusunda amel etmeleridir. Amelleri gayr-i Müslimlere benzeyenlerin ilimleri Müslümanların âlimlerin ilmine benzer mi? Bu hakikatı Yezid İbn Zurey’in şu söz çok güzel ifade eder: “Her dinin süvarileri vardır; bu dinin de süvarileri isnâd ehlidir.” Bunlar, Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem); “Allah bizden sözlerimizi işitip sonra bunu ezberleyip işittiği gibi nakleden kimsenin yüzünü -cennette aydınlatsın ve- taze kılsın. Nice hadisi hamili vardır ki hadisi kendisinden daha fakih olana götürür.” (Ebu Davud:3660, , et-Tirmizî:2656, ed-Darimî:229, Abdullah İbn Mes’ud, Zeyd İbn Sabit ve Cubyer İbn Mutim) manasındaki hadisiyle, amel etmişler bu mübarek müjdeye nail olmak için cihad niyetiyle Allah’ın Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve
10
sellem) sözlerini sağlıklı ve sahih bir biçimde nakletmenin ilmini ve bu ilmin usulünü inşa etmişlerdir. Bu ilimlerin aslı da “isnâd ilmi”dir. El-Evzaî ; “ İsnadını kaybeden ilim, ilim değildir. İsnadın yok olması, ilmin yol olmasıdır. ”derdi. el-Hakim en-Neysaburî şöyle der: “ Eğer isnâd olmasaydı ve âlimlerimiz isnâdı talep etmiş olmasalardı ve bu uğurda muazzam gayretler göstermeselerdi ve bu ilmi korumasalardı, Allah korusun, İslamın alametleri silinir gider; ilhad ve bid’at ehli birçok hadis uydurur ve isnâdları diledikleri alt üst ederdi. Haberler, isnâdından hali olduğunda kesik ve kopuktur.” (Ma’rifetu Ulumi’l-Hadîs: s.6) Bu vesileyle söylemek gerekirse, isnâd ilmi, ümmetin medar-ı iftiharı olan bir ilimdir. İsnad ilmini ortadan kaldırıp haberleri, sadece Kur’an’a arzederek doğrulama iddiasındaki bazı kişiler ve akımlar; aslında bizim Kur’an ve Sünnet hakkındaki adil ve muttaki şahidlerimizi yalanlamak ve onları aradan çıkarmak istiyorlar. (Ebu Zur’a er-Razî) Müslümanlar arasında fitne zuhur etmeden, Müslümanların hepsi insanların adaletine güveniyorlardı. Ne zaman ki fitne zuhur etti, insanların naklettikleri hadisler ve haberler hakkında isnâddan sorulmaya başlandı. Çünkü artık “fâsık” ın haber yayma dönemi başlamıştı. Hadisleri Kur’an’a arzetme kolaylığını ilim haline getirmeye gayret edenler, farkında olmadan Yahudilerin ve Nasranîlerin ekmeğine yağ sürüyorlar ve kendilerine gelen ilmin soyunu ve haysiyetini kirletiyorlar ve cehaleti inşa ediyorlar. Zira Kur’an; neyin hidayet, neyin dalalet neyin iman ve neyin de küfr ve şirk olduğunu bizlere öğretir ve bu ilmin aslı odur. Ancak Kur’an, isnâdı olmayan bir haberin aslının sahihi olup olmadığını ve kimden geldiğini bize söylemez. Hucurât suresinde bile haber getiren fâsıkın kim olduğunu söylenmediği gibi. Onun kim
11
olduğunu Kur’an değil, Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bize haber verdi. İnsanlar doğru yanlış ayırımı yapmadan hadisleri nakletmeye başlayınca diyor ki; İbn Abbas; “Birisi bize hadis söylediğinden biz bütün isteğimizle ona döner ve ona kulak verirdik ve buna kulak kesilirdik. İnsanlar yanlış doğru ayırımı yapmadan hadisler söylemeye başlayınca bildiğimizin dışında kimseden hadis almadık.” Bu sözün yanlış veya uydurtma olan bir metni hadis diye insanlara nakletmenin herhangi bir ilgisi var mı elbette yok.. Hadisin (haberin ) isnâdının sağlıklı olması, Allah’ın ve Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) emridir. Bu da Din adına söylediğimizin; “adl” “sıdk” “sahih” “” hakk” “beyan” bürhan”ı olan ve “sahih” olan bir haber ve nakil olması demek, din adına helal ve haram hususunda sağlıklı ve aslı olan ve doğru olan harbelerin ve malzemenin verilmesidir. Bu da İslam’da ilim adına bir zaruret ve dini bir görevdir. İslam’da ilmin neler üzerine kurulduğunu ve neye ilim denebileceğini; Kur’an ve Sünnetten bilgisi olan her insanın malumudur ki, bunda esas ihlâs, sonra sahih olan bilgi ve bu bilgi ile elde edilen sahih deliller ve bu vesileyle nasslardan istinbât edilen sağlam bilgidir. Bir ilmin bize gelişi sağlam ve sahih değilse bu ilimden ya da haberden ve hadisten nasıl sağlıklı bir sonuç elde edebilir ki? Haber adına bize gelenin doğru olması şartıyla, bundan da ictihadın esasları ve erkânı sayesinde doğru bir istidlalde bulunabiliriz. Vurudu sahih olmayanın îradı da sahih değildir. Elbetteki, isnâdın sıhhati üzerinde âlimlerimiz ciddî gayretler sarf etmişlerdir. Bu, onların “metn”i ihmal ettikleri anlamın gelmez. Onların “metn”i önemsemediklerine dair iddia zavallı bir iddiadır. Bunu söyleyenler hadis ilminden önce Kur’an
12
tefsirlerine baksınlar Müslümanların Allah’ın kelamını anlama hususunda nasıl gayret ettiklerini ve tefsir de bile isnâd ilminin kaidelerine titizlikle riayet ettiklerini rahatlıkla görebilirler. Abdurrezak, İbn Ebî Hatim et-Taberî, ed-Durru’l-Mensûr ve el- Bahru’l-Muhît ve İbn Kesir’in tefsirleri bunun en açık ve sağlam misalleridir. Tefsir doğrudan ictihad ve hüküm inşa olmamasına rağmen, tefsir de dahi isnâda dikkat eden bir ümmetin âlimlerine karşı biraz daha insaflı ve sabırla adaletli davranmamız için bu misal bize yeter. Hadislerin “metn”i hakkında ileri sürülen iddialar“ tamamen yanlış ve batıl olmamakla birlikte, bu konuya hangi niyetle yaklaşıp hangi gayeye ulaşmak istediğimiz daha önemlidir. Metin tenkidinin yetersizliğini savunma adına yapılan ifsad isnâdın isbatı için söz konusu edilenden daha fazladır. Onun için bu konuda yazan ve fikir beyan eden Müslümanlara nasihatımız, siz de bu ilimin ricalinin suyu aldığı kaynaktan onların aldığı gibi alın ve onların ihlâs ve takvasını ve onların ibadetlerine verdikleri önemi, helal ve haram konusunda iman ve şirk hususundaki hassasiyetlerini; hem ilmi ve hem de cihadı bir arada yürüten âlimleri gibi bu meselede niyet sahibi olun varın siz de hadisin senedi ve metni üzerinde onların özgür olabildiği kadar özgür olun. İlmin haysiyetini koruma; bu dinin haysiyetini ve izzetini koruma ve tevhid dini İslam’ın asıl kaynakları olan Kur’an ve Sünneti koruma ve savunmadır. Sizin silahınız olmazsa kendinizi ne ile korursunuz? (Süfyan es-Sevrî; Şerefu Ashabi’l-Hadîs: s.42) Tefsir ilminde belki ihtimaller ve imkânlar üzerinde konuşmamız mümkündür. Bir diğer ifadeyle “tefsirde lüğat”
13
konusu, bizim önümüzde böyle bir alanın ve iradeni olduğuna izin verir. Hadis ilminde ise, ne “metn” konusunda ve ne de “isnâd” konusunda ihtimal ve imkânlardan söz edemeyiz. Bir başka deyişle; hadis ilminde ve isnâdın tahkikinde “zann”a ve ihtimale yer yoktur. İsnadın sıhhati için gerekli olan şartlar aynı zamanda “metn” için de söz konusudur. “metin sahih ve doğru diye isnâdın sahih olmasını iddia etmemiz nasıl mümkün değilse, isnâdın sahih ve doğru olması da aynı şekilde “metn”in doğu ve sahi olmasını gerektirmez. Metinleri Kur’an’a arzedenlerin bu konuda öğrenmeleri gereken bir çok husus var. Ancak, İslamî ilimlerin en temel esası olan Arapça ve hadis ilimlerinin usulünün aslın ıtahsil ve tedris imkânlarından mahrum olan bu insanların önemli bir kısmı, bunu ideolojik bir savaş gibi algılamakta bu ilmin esasiyatına vakıf olduğu halde isnâdının önemini azaltmaya çalışan ve metnin tahlilini ve tenkidini ihmal edildiğini söyleyenler, isnâdın dışında, metinlerin sıhhatinin yollarını aramaktadırlar. Bu sebeple kendilerine yöneltilen eleştirileri de defetmek adına Kur’an’ın ardına sığınmaya yelteniyorlar. Hâlbuki Kur’an hem sözlerin ve hem de sözleri insanlara nakledenlerin kimlikleri ve bu uğurda sahip olmaları gereken akidevî, ameli ve ilmi ilkelerden söz etmiştir. Kur’an ve Sünnet (daha özel ifadeyle) hadisler “isnâd” üzerinde durmakta ve bu ilmin kaideleri ve ilkelerini bize tavsiye etmektedir. Ne Kur’an ve ne de Sünnet, aslı olmayan bir haberi nakletmemizi ve onunla ilim olarak amel etmemizi emreder. İsnad üzerine âlimlerin ne kadar tartıştıklarını ve rical ile ilgili konularda ne kadar çaba sarf ettiklerini bilenler, isnâddan amacın sahih olan metne ulaşmak olduğunu da bilmeleri gerekir. Yoksa
14
zannedildiği gibi “isnâd” ricali takdis ve ma’sum görmek değildir. Ümmetin âlimleri, “metn” ne olursa olsun deyip “isnâd” üzerinde yüzyıllarını harcamış değillerdir.. İsnaddan gaye, söz söyleyenlerin kim olduklarının bilinmesidir. Haberlerinin ve hadislerinin kimler tarafından nakledildiğinin bilinmesini istemeyenler; başkalarına ikram ettikleri şüpheli ve belki de haram olan gıdaların ve rızkın kaynağının bilinmesini istemeyenlere benzerler. Bunun için “isnâd” ilmi, İslamî ilimlerin “sahihi soy kütüğü” ve din adına söz söylemenin haysiyetidir. Kur’an’ı bu polemiğe alet etmek isteyenler, hadis tarihini ve bununla birlikte bu ilimlerin inşa ettiği muazzam bir dinî ahlak ve edebi, usul ve bilgi nazariyesini de tarihin çöplüğüne atma cinayetiyle baş başadırlar. İsnadı olmayan ilim damı çatısı olmayan ev gibidir. Bir şeyde ihtilafa düşüldüğünde merci Kur’an ve Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetidir. Kur’an’a rücuun nasıl olacağını âlimlerimizden öğrendiğimiz gibi, Sünnete rücuun (dönüşün) usulünü de muhaddislerin ve fakihlerin koydukları kaidelerden hareketle öğreniyoruz. Sahih hadis ve sünnete müraccatın da aslı yine isnâddan geçer. Yoksa isnâdı olmayan bir hadisi ve haberi; Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) isnâd ettiğimizde O’nun(sallallahu aleyhi ve sellem) adına yalan söylemiş olanlardan oluruz. Kur’an’ın bu muhkem ve sarih hükmünden de anlıyoruz ki, Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnetine başvurulması bize emredilmektedir. Öyleyse Kur’an bize sahih ve sabit olana ve Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) gerçek bir isnâdla isnâd edilene müracaat etmemizi emrediyor, zira Kur’an yalan batıl ve asılsız olan hükmü götürmemizi emretmez. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem);
15
“Kim benim adıma -söylemediğim- bir sözü söylerse cehennemdeki yerini almaya hazırlansın” (Buharî: c.1,s.52, Müslim: c.1,s.10) Müslümanlar, Allah’ın Rasulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) iftira edilmemesi ve O’nun adına yalan söylenmemesi ve aynı zamanda diğer âlimlerin de ilimlerinin ve rivayetlerinin muhafaza edilmesi için “isnâd” ilmine büyük bir önem vermişleridir. Çünkü söz nakleden hem adil ve sadık olan şahidler ediniyor ve hem de haberi nakletmenin sorumluluğunu onlarla paylaşmış oluyor. Muhammed İbn Sirîn (rh.a) derdi ki: “Ey gençler, bu ilim dindir, dininizi kimden aldığınıza bu hadisler dindir dininizi kimden aldığınıza iyice bakınız!” (el-Berbehârî, Şerhu’s-Sunne: s.45,46) İmam Malik (rh.a) derdi ki: “Dört kişiden ilim alınmaz: ”sefih olduğunu açıkça ortaya koyandan, hevasına davet eden heva sahibinden, Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hadislerinde yalan söylemese bile insanlarla konuşurken yalan söyleyenden ve fazilet sahibi olmasına rağmen ne konuştuğunu bilmeyenden..”