Hac Üzerine

 

بسم الله الرحمن الرحيم

İnsanın yeryüzünde varlığının sebebi ve hikmeti, Allah’ın emsalsiz yüce kudreti, hikmeti iradesi ve ilmidir.

O Allah ki, insanı yarattıkları içerisinde en şerefli bir makamda ve en güzel bir surette var etti. İnsanı akıl nimeti ile yarattıklarından üstün kıldı. Bu üstünlüğün hikmeti de yine sadece onlara gönderdiği Rasullerin getirdiği emanetten kaynaklanmaktadır.

O’na kulluk etmenin ve O’nun adına yaşadığımız hayatı düzene koymanın adına Allah “İslam” demiştir. İslam, yeryüzünde yaratılmış olan tüm insin ve cinin gerçek dinidir. Sapıklığın, küfrün ve şirkin gerçeği ise, niçin yaratıldığımızın hikmetini anlamak istemekten kaçınmak ve Allah’ın kâinattaki ezeli ve ebedi mutlak hâkimiyet, irade ve kudretini tanımak istememektedir.

Allah Azze ve Celle tüm kâinatı kendisi için yarattığı insandan bütün bu nimetler karşısında iki şey istemektedir: Yalnızca O’na “ibadet etmek ve hiç bir şeyi O’na ortak koşmamak.” Biz buna “La İlahe İllallah” diyoruz. İkinci olarak bunu anlamak için de Kur’an’ı çok iyi bilmek ve O’nda bize açıklanan  “La İlahe İllallah”ın ilmine sahip olmak gerekir. Eğer Müslüman gerçekten Allah’a kulluk edecek ve insan olmanın, tabiri caizse hayvanlardan farklı olmanın hikmetini anlamaya talip ise, Kur’an’a göre Müslümanca yaşamak zorundadır. Zira insan olarak yaratılması, onun İslam’ı yaşamasını zorunlu kılmaktadır. Çünkü İslam, insan fıtratını en kuşatıcı bir hayat nizamıdır.

Hac ve Umre ibadetleri de Allah tarafından mü’min kullarına birçok hayırları tahsil etmeleri için İslam’ın rükünlerinden (temel farzlarından) biri kılınmıştır.

Allah Azze ve Celle, kitabımızda dile getirmeye çalıştığımızı gibi, Hac ve Umre ibadetini tüm ibadetleri bünyesinde toplayan birer ibadet kılmıştır.

Hac ve Umre ibadetinin içerdiği ameller:

1.Niyet

2.İhlâs

3.Sabır ve Meşakkat

4.Allah ve Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) yolunda hicret

5.Dünya malı ve hevesinden kısa bir süre de olsa uzak olmak

6.Zikir, hamd ve şükür

7.Fahşa, münker, cedel, gıybet, kavga ve şerden uzak durmak.

8.Hayrı tavsiye etmek.

9.Ahiret azığına hazırlık. (Takva üzere olmak).

10.Mü’minlerin eziyetlerine sabredip buna rağmen onları kardeş bilmek ve onların dertleriyle dertlenmek.

11.Hz. İbrahim, İsmail ve Hz. Muhammed’in (aleyhimusselam) sünnetlerini ihya etmek.

12.Malı ve canı ile Allah uğrunda gerekirse tüm dünyalığından vazgeçebilmeyi denemek.

13.Allah’ın dininin yaşaması ve izzet bulması uğrunda tüm Müslüman kardeşleriyle Kur’anî bir kıyam ve Rabbanî bir eylemde bulunmak.

14.Ölüm, mahşer günü ve yeniden bir araya getirileceğimizi tefekkür etmek gibi, daha sayamayacağımız nice hikmet, ibret, hayır ve bereket Allah’ın kitabında bize bildirdiği gibi, bu Hac ve Umre ibadetlerinin mahiyetinde gizlidir.

Bunun için Hac yolculuğu bir nevi insanın doğumundan ölümüne kadar olan hayat yolculuğunun bir numunesi ve özetidir. Yani, Allah Azze ve Celle aslında hayatın böyle olması gerekir demek istiyor. Kefen misali bembeyaz ihramı giyen ve Beytullahı ziyaret edip, Mina, Müzdelife ve Arafat’a çıkıp orada vakfeye duran her insan, ölümün ve hayatın gerçek sırrına ermiş olmaktadır.

İşte bunun için Hac, İbrahimî ve Muhammedî  (aleyhimusselam) bir medresedir. Ondan gereken dersleri alana, Allah birçok nimetinin kapılarını açacaktır. Yeter ki, İslam’ın bir rüknü olan bu İbrahim’i ve Muhammed’i (aleyhimusselam) ibadeti, yine İslam’ın ilk rüknü olan “La İlahe İllallah” kelimsinin gaye ve maksadı ve hikmeti doğrultusunda Allah’ın dinini yüce kılmak, şirki, küfrü, sapkınlıkları, bid’atları aşağı kılmak ve Allah’ın dininin yeryüzündeki sadık şahidleri olmak niyetiyle yapmış olalım.

Haccı, İbrahim’ın (aleyhisselam) milletine tabi olmak ve Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnetini çağdaş küfre ve şirke karşı yaşatıp üstün kılmak için eda etmek isteyenlere müjdeler olsun!

İSLAMÎ BİR İBADET OLARAK HAC

Hac ıstılahi (terimi) Arapça’daki “Hacce”fiilinden türeme bir isimdir. Ziyaret anlamına gelir. Hac farizası, Kur’an’da İbrahim’e (aleyhisselam) ilk kez Allah’ın emretmesi ile başlamıştır. Hz. İbrahim’den (aleyhisselam) önce Kur’an’da Hac ibadeti ile ilgili bir açıklama yoktur.

وَإِذْ بَوَّأْنَا لِإِبْرَاهِيمَ مَكَانَ الْبَيْتِ أَن لَّا تُشْرِكْ بِي شَيْئاً وَطَهِّرْ بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْقَائِمِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ {26} وَأَذِّن فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالاً وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِن كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ {27}لِيَشْهَدُوا مَنَافِعَ لَهُمْ وَيَذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ فِي أَيَّامٍ مَّعْلُومَاتٍ عَلَى مَا رَزَقَهُم مِّن بَهِيمَةِ الْأَنْعَامِ فَكُلُوا مِنْهَا وَأَطْعِمُوا الْبَائِسَ الْفَقِيرَ {28}

“Bir zamanlar İbrahim’e Beyt’in (Kabe’nin) yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): Bana hiç bir şeyi ortak koşma. Evimi, tavaf edenler, namaz kılanlar, ruku edenler ve secde edenler için temizle.

Ve (yine O’na demiş ki); insanlara haccetmeleri için çağrıda bulun ki, yaya ve yorgun develer üzerinde

Kendilerine ait birtakım yararları yakinen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak (kurban edilmeleri için) verilen hayvanlardan ötürü bilinen sayılı günlerde, Allah’ın adını zikretsinler ve kendilerine (sunulan) yararlara şahid olsunlar. O, hayvanlardan yeyiniz ve çok düşkün yoksula ondan yedirin.”

(Hac: 22/26-28)

Bu ayette gördüğümüz gibi Hacca insanları ilk davet eden İbrahim (aleyhisselam)’dır. Bizler de Müslüman olarak İbrahim ve İsmail (aleyhimusselam)’dan günümüze kadar tüm Müslüman ümmetlerin iman ve azimle yerine getirdikleri bu ibadeti bunun için yapıyoruz.

Hac’da büyük dersler ve ibretler vardır. Çünkü o, tevhid önderlerinden olan İbrahim’in (aleyhisselam) ve O’nun soyundan gelen tevhid imamları olan nebilerimizin sünnetidir. Bu ibadetin önemine binaen Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)  Haccın İslam dininin beş temel esasından birisi olduğunu bize bildirmiştir.

Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem), İbn Ömer’in rivayet ettiği bir hadiste şöyle der:

“İslam beş temel üzerine kurulmuştur. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasulü olduğuna şahidlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucu tutmak ve Beytullahi’l-Haram’ı haccetmek.”(Buharî, Müslim)

Bundan ötürü, Hac da tıpkı namaz gibi Kelime-i Tevhid’i doğrulamanın ve ona gerçekten iman etmenin bir ifadesidir. Namaz ne kadar önemli ise, Hac da onun kadar önemlidir. Ancak, namaz günde beş kez emredilmiş, Hac ise, ömürde bir kez. Gücü yeten ve yol emniyetine sahip olan varlıklı ve sağlıklı, akıllı, baliğ ve özgür olan Müslüman erkek ve kadın herkese farzdır. Hac, İslam’daki en güzel, en hayırlı, en bereketli ve birçok İslami ve zahiri ibretlerle iç içe olan bir ibadettir.

Müslüman, Hac ibadeti esnasında hem yaratılışın en açık ayetlerini görür, hem de bu mübarek beldelerde Allah’ın Rasulleri ve Nebilerinin verdiği mücadeleyi hatırlar ve bunu vicdanında hisseder ve dünyanın dört bir bucağından gelen her renkten ve dilden insanlarla tanışır ve İslam’ın; insanlar arasında renk ve ırk farklarını, nasıl İslam kardeşliğinde giderdiğini görür ve İslam’a aykırı olan düşünce ve bağlılıklardan kurtulmuş olduğuna hamdeder.

Hac; bir bakıma Müslümanların takva, sabır, metanet, sevgi ve saygılarını, fedakârlık, cömertlik ve doğruluklarını sınamak için bir imtihandır.

Hac bir anlamda Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)  uğrunda bir hicret denemesidir. Bir başka deyişle; dünyanın zevk ve lezzetlerinden, nefsin şehvet ve arzularından uzaklaşıp, bir nevi kefen hükmünde olan bembeyaz ihramlar içinde hayatın son yolculuğuna çıkmak gibidir.  Bembeyaz giysiler içinde; tüm makamlar, mertebeler ve farklar yok olur ve Allah’a her an nefsimizi teslim etmememizi bize telkin eden bir hali yaşarız. Bu açıdan hac ibadeti bir nefis muhasebesidir. Orada, bir ömrün muhasebesi yapılır ve insanlarla aramızda olan haklar yeniden gözden geçirilir.

Allah Azze ve Celle bu ibadetin eda edilmesi için seçtiği beldeyi bu sebeple yüceltmiş ve onu övüp temiz kılmış ve onu tüm mü’minlere “emin bir belde” olarak vermiştir.

Hac, “emin insanların” ibadetlerini, Allah’ın “emin beldesinde” emniyet ve huzur içinde eda etmelerinde birbirlerine karşı sabır ve hayrı tavsiye ederek; açıkçası iman ve sadakatları ile nefislerini ve şeytanlarını mağlub etmeleri için Allah’ın onlara ikram ettiği bir kurtuluş fırsatıdır. Bunu idrak eden insan, İhram’a girdiği andan, “Hac Menasiki”ni (ibadet ve amellerini) eda edip veda tavafını yapıncaya kadar; alçak gönüllülük, sabır, zikir, tefekkür, tevbe, hayrı tavsiye etme, insanlara yardım etme, günahlarını hatırlayıp ağlayarak ve kalbini arındırır Allah’a verdiği sözün gayesi doğrultusunda arınma gayreti sarfeder.

Allah Azze ve Celle kitabında:

الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَّعْلُومَاتٌ فَمَن فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلاَ رَفَثَ وَلاَ فُسُوقَ وَلاَ جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ وَتَزَوَّدُواْ فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ

“Hac bilinen aylardır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihrama girerse/bilsin ki) Hac’da ne cinsellik, ne fısk olan ameller işlemek ve ne de kavga etmek yoktur. Hangi hayrı işlerseniz Allah onu bilir. Azığınızı edinin, çünkü azığın en hayırlısı takvadır. Ben’den korkunuz ey temiz akıl sahipleri.”

(Bakara: 2/197)

Evet, insanlar Hac yolculuğunda birçok şeye ihtiyaç duyacaklardır. Ancak onların en çok muhtaç oldukları şey “takva”dır. Takva, halis niyetten sonra amellerin en hayırlısıdır. “Takva” amellerde Allah için tutulan halis niyet, Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünneti üzere davranmaya gayret sarf etmektir.

Hac ibadeti, başından sonuna kadar “takva”yı gerektiren bir ibadettir. Ömürde bir kez eda edilme imkânı yakalanan bu ibadeti, hased, ğıybet, bencillik, kavga ve çekiştirme ile fasid bir amele çevirmek, akıl sahibi bir Müslümanın yapacağı şey değildir.

Hac’ca cahiliyye ahlâkını beraberinde götüren insan, kendi nefsine zulmetmiştir. Cahiliyye ahlâkı ve düşüncelerini taşıdığı halde, haccedip kurban kesen insanın ibadetine Allah’ın ihtiyacı yoktur. Zira Mekkeli cahiliyye müşrikleri de haccediyorlar, Ka’be’yi tavaf edip Safa ve Merve arasında sa’yediyorlar ve Arafat’ta vakfeye duruyorlardı.

Haccı, Allah’ın dinini yüce kılmaktan uzak; niyet, ahlak ve davranışlarla adet haline dönüştürenler, Hac’da bizden istenen takvayı yitirmiş olanlardır. Oraya İslam kardeşliğinin bir üyesi olarak gitmeli ve Haccı bu inanç ve duygular içinde eda etmelidir.

Cahiliyye Arapları Hacc’a geldiklerinde birbirlerine karşı kibir ve böbürlenme ile muamele eder ve onların ileri gelenleri (yoksul) halktan ayrı olarak haccederlerdi. Ne yazık ki, bugün de hac ibadetinde buna benzer davranışlar göze çarpmaktadır.

İslam, cahiliyye’yi kökten kaldırınca bu cahili gelenekler de sona erdi. Öyleyse, Allah’ın evini ziyarete giderken, Allah Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ayak bastığımız o yerlerde, tevhid dini olan İslam uğruna ashabı ile katlandığı çileli ve işkenceli çetin mücadelelerini hatırlayıp onları örnek alarak kendimizi bu manevi hava içinde eğitelim.

Kabe’yi tavaf ederken, ona bakarken, Safa ve Merve arasında sa’yederken, Arafat’ta vakfeye dururken, Müzdelife ve Mina’da hareketlerimizin hepsini, sanki Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber haccediyormuşuz gibi düzenlemeliyiz. Çünkü buralarda bir zamanlar aziz nebimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek İslam’ın çileli cihadını veriyordu.

Mekke’de bulunurken, Allah Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) siyretini ve müşriklerin O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına çektirdikleri işkenceleri düşünüp, onların imanları yanında kendi imanlarımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. Evet, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) on üç yıl, Kabe’nin bulunduğu bu beldede Allah’ın dinine insanları her ne pahasına olursa olsun davet ediyor ve bunun için hakaretlere uğruyor ve müşrikler tarafından kendisi ve ashabı akıl almaz işkenceler görüyordu.

Bizler Mekke’yi ziyaret ederken, Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabının Mekke’yi nasıl Kur’an’la fethettiklerini basiretle görmeliyiz. Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek ashabı, İbrahim ve İsmail’in (Allah’ın selamı onların üzerine olsun) bize emanet ettikleri bu mübarek beldeyi, müşriklerin elinden almışlar ve onu yine İbrahim (aleyhisselam) zamanındaki gibi İslam’ın başkenti, şehirlerin anası ve Allah’ın izniyle mü’minlerin kıblesi kılmışlardır.

Mekke’yi ziyaretimizde Allah’ın Beytini tavaf ederken, kendimizi sorgulayalım. Bizler; nefislerimizin, şehvetlerimizin batıl düşüncelerin ve bid’atlerin peşinden gidiyor, sapık ideoloji ve rejimlere itaat ediyor ve bu uğurda gerekirse malımızı ve canımızı verecek bir duruma gelmiş ve Allah’ın dininin dünyada üstün gelmesiyle ilgilenmiyor, dünyada kanları akıtılan Müslümanların, tecavüze uğrayan mü’mine kadınların çektikleri acıları duymuyor ve gaflet içinde yaşayıp gidiyorsak, bu haccı ne anlamı olabilir ki?

Kabe’yi tavaf ederken, Rasul’ün (sallallahu aleyhi ve sellem) Taif’e gidişini, Hudeybiye’yi, Mekke’nin fethini, Huneyn’i yeniden içimizde yaşamalıyız.

Hac, bir bakıma Tevhid dini İslam’ın Rasuülünün  orada verdiği mücadeleyi “hatırlama”dır. Hac ve Kurban deyince, İbrahim ve İsmail’i (aleyhimusselam) hatırlamamak, Ka’be denince onların mübarek elleriyle bina edilen bu evin azametini ve Allah’ın buraya verdiği değeri idrak etmemek mümkün mü?

Hac demek, İbrahim’in (aleyhisselam) sünnetini yeniden yaşamak ve o mücadeleyi canlı tutmak demektir. Mekke’nin şerefli kılınması, yeryüzünde Allah’a ibadet edilmesi için ilk inşa edilen mescidin bulunmasındandır.

 

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكاً وَهُدًى لِّلْعَالَمِينَ {96} فِيهِ آيَاتٌ بَيِّـنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِناً وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ {97}

 

  1. “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev, Mekke’deki (Kabe)’dir.
  2. Orada apaçık ayetler, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna güç yetirenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkar ederse, bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.”

(Al-i İmran: 3/96, 97)

Demek ki Hac ibadeti, bu açıdan ele alındığı zaman, İslam tarihine ve Allah Rasulü’nün  (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek hayatına bir yolculuk anlamına gelmektedir.

 

HAC ÜZERİNE İTİKADİ BİR TEFEKKÜR

Müslüman, Hac ibadetini eda ederken, Tevhid tarihini ruhunda ve hafızasında yeniden canlandırmanın vesilelerini elinden kaçırmamalı. Bu öyle derin, öyle güçlü ve öyle etkileyici bir ruh halidir ki, bir anda ve bir mekânda binlerce yıl önce yaşanmış olaylara bizi götürür ve bizi imamlarımız ve öğretmenlerimiz olan mübarek nebilerin pak siyret ve sünnetleri ile tanıştırır.

“Hac Menâsik”ini eda etmede esas bilinmesi gereken; İbrahim’in ve İsmail’in (aleyhimusselam) soyundan gelen Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) siyret ve Sünneti’ni Allah’ın dini yücelsin ve insanlar; putlara, taşlara, insanlara kulluk etmekten çıkarılıp, Rableri olan Allah’a kulluk etsinler diye durmadan, dinlenmeden ve insanların baskılarından yılmadan verdikleri cihadı hatırlamaktır.

Hac ibadeti denince, aklımıza ilk gelen İbrahim (aleyhisselam)’dır.  Çünkü Haccın ilk öğreticisi O’dur. O İbrahim (aleyhisselam) ki, ülkesindeki şirk ve küfür yönetimi ve o ülkenin; zalim, inkarcı, kendini beğenmiş, despot sahte ilahına karşı, ancak bir muvahhid ve hanif Rasulün yapacağı bir cihadı vermiştir.

O İbrahim ki, (Allah’ın Selamı O’nun ve evladlarının üzerine olsun) ülkesinde, kendi dilini konuşan, kendi halkına mensup olan putperestlere (puta tapıcılar ve putlara saygı duyanlara) karşı Allah’ın birliğini, yani Allah’a sahih iman demek olan Tevhid’i ve bunun en açık delillerini, Kur’an tabiriyle (hüccetlerini) onların gözleri önüne sererek şirklerini reddetmiş, Nemrut’un sistem ve dinini ve ona itaatı ayaklarının altına almış, muvahhid bir peygamber olarak kendisinden sonraki tevhid ümmetlerinin imamı makamına yükselmiştir.

O Nemrut ; kendisini ilah olarak insanlara sunuyor ve Allah gibi insanları diriltip öldüreceğini savunuyordu. Ancak İbrahim (aleyhisselam) Allah’ın kendisine öğrettiği ilimle, onun bu fasid ve sapık felsefesini yerle bir ediyor ve şöyle diyordu:

فَإِنَّ اللّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

“…Allah güneşi doğudan çıkartıp getiriyor. Haydi, sen de batıdan getirsene (deyince), kâfir olanın benzi soldu. Allajh kafirler topluluğunu hidayete erdirmez.”

(Bakara: 2/258)

İşte İbrahim (aleyhisselam) Nemrut’a ve O’nun rejiminin kâhinlerine karşı, Allah’ın ayetlerini, dinini ve hükümlerini böyle yüceltiyordu. Allah da O’nu bütün insanları ilk kez hacca davet etmek ve kıyamete kadar tüm müminlerin haclarının ecrinden bir şey eksiltmeden kendisine de bir ecir verilmesine vesile olacak bir izzet ve şerefle insanların imamı kılıyordu.

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لأَبِيهِ آزَرَ أَتَتَّخِذُ أَصْنَاماً آلِهَةً إِنِّي أَرَاكَ وَقَوْمَكَ فِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ

“Hani İbrahim babasına, putları mı ilah ediniyorsunuz? Gerçekten ben seni ve kavmini açık seçik bir sapıklıkta görüyorum demişti.”

(En’am: 6/74)

İbrahim (aleyhisselam) en yakını olan babasının dinini kınıyor ve onların, yıldızlara, aya ve güneşe tapmalarının bir sapıklık olduğunu (En’am: 6/76-78) söylüyordu. İşte İbrahim (aleyhisselam) kendisini ateşlere attıracak olan hanif dininin bir imamı ve öğreticisi olarak, tevhid dini olan İslam akidesinin en temel kaidesini, müşriklerin tüm azgınlık, sapkınlık, zalimliklerine ve gericiliklerine rağmen yüzlerine haykırıyordu.

إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفاً وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

“Ben yüzümü (yönümü) hanif olarak, gökleri ve yeri benzeri olmayan bir biçimde yaratana çevirdim. Ve ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.”

(En’am: 6/79)

Onlara, putlara saygı duydukları için müşrik deniyordu. Onlar, insanlığın kurtuluşu ve özgürlüğü için Allah’ın göndermiş olduğu merhamet ve fıtrat dinini reddettikleri ve Nemrud’un sapık dinine bağlı oldukları için, müşrik olarak adlandırılıyorlardı. İbrahim (aleyhisselam) kavminin diktikleri taşlara veya heykellere ibadet edip saygı duymalarını reddederek tüm insanlığı taşlara ve putlara tapmaktan kurtarmanın aydınlık çığırını açıyordu.

إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا هَذِهِ التَّمَاثِيلُ الَّتِي أَنتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ {52} قَالُوا وَجَدْنَا آبَاءنَا لَهَا عَابِدِينَ {53} قَالَ لَقَدْ كُنتُمْ أَنتُمْ وَآبَاؤُكُمْ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ {54}

 

  1. “Hani O, babasına ve kavmine şöyle demişti: Nedir bu kendisine tapınmak için önlerinde yere kapandığınız heykelleriniz?
  2. Dediler ki; biz babalarımızı onlara tapıyor olarak gördük.
  3. (İbrahim de) dedi ki; andolsun, siz de babalarınız da apaçık bir dalâlettesiniz.”

(Enbiya: 21/52-54)

İşte bu davet ve cihad, çağlar boyunca tevhid imamları nebilerin insanlığa sundukları ilahi rahmetin rehberi ve hücceti olmuştur. Bu davet ve izzetin, bu tavır ve karşı koyuşun, tüm Müslümanların takip edecekleri Rabbani bir yol olması gerekir.

Yine soruyor:

إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا تَعْبُدُونَ {70} قَالُوا نَعْبُدُ أَصْنَاماً فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِفِينَ {71} قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ إِذْ تَدْعُونَ {72} أَوْ يَنفَعُونَكُمْ أَوْ يَضُرُّونَ {73} قَالُوا بَلْ وَجَدْنَا آبَاءنَا كَذَلِكَ يَفْعَلُونَ {74}

  1. “Babasına ve kavmine neye ibadet ediyorsunuz demişti de,
  2. Onlar da bazı putlara ibadet ediyor ve onların huzurunda dikilip duruyoruz dediler.
  3. Dedi ki: Acaba siz onlara duada bulununca sizi duyuyorlar,
  4. Size bir yarar veya zarar veriyorlar mı?
  5. Dediler ki: Biz ancak atalarımızı böyle yapıyorlarken gördük.”

(Şuara: 26/70-74)

Peki, Allah İbrahim’e (aleyhisselam) neden bütün insanları Kabe’ye gelmeleri için davet etmesini emrediyordu. İbrahim (aleyhisselam)’ın cihadını ve davetini Kur’an-ı Kerim’de hakkıyla incelediğimiz zaman görürüz ki, bunun iki nedeni vardır; birinci nedeni; tüm insanların putperestlikten, şirk ve küfürden arınarak Allah’a hicret etmeleridir. Diğer nedeni; yeryüzünde kendilerini yoksul ve zayıf insanların tepesinde -hâşâ- ilah gibi gören tağutların, firavunların ve nemrutların zulümlerinden ve küfürlerinden, insanları Allah’ın adaleti ve rahmetine çağırmadır.

İbrahim (aleyhisselam) önce tebliğ ve davette bulunmuş, sonra şirk ve küfrün hâkim olduğu bölgelerden Allah’ın kendisine görev verdiği bölgelere hicret etmiştir. Bugün yeryüzündeki Müslümanlar, acaba haccı; Rasulleri İbrahim’in (aleyhisselam) akidesi, cihadı ve hicretini yeniden tüm yeryüzünde diriltmek için mi eda ediyorlar, yorsa İbrahim’in (aleyhisselam) gerçek dini haniflik ve O’nun mübarek cihadını, tevhid mücadelesini hiç hatırlamadan ve de gündeme getirmeden mi yapıyorlar?

Kabe’yi tavaf ederken, Hicret’in İsmail’in (aleyhisselam) susuzluktan öleceği korkusuyla yedi kez nefes nefese Safa ve Merve tepeleri arasında koşarak gidip geldiğini, Makam-ı İbrahim’de zemzem içerken, Mina’ya giderken, Arafat’da vakfeye dururken, Müzdelife’de kıyam ederken, kurbanını keserken ve Mina’da şeytan taşlarken, Muhassir vadisinin yanından geçerken,  Ebrehe’nin ordularına karşı Allah’ın orduları ve askerleri olan Ebabil kuşlarının nasıl üstün geldiklerini hatırlayıp hatırlayamadığımızı, daha iyi anlayacaksınız.

Belki bazılarımız sembolik olarak bir şeyler hatırlayacağız. Acaba İbrahim (aleyhisselam)’ın sünnetine uyuyor, O’nun tevhid sancağını yükselttiği gibi, biz de bugünkü şirk düzenlerine karşı tüm mazlum Müslümanların ve insanların kurtuluşu için yükseltiyor muyuz?

İşte Hacc’ın esas gayesi; bu inanç ve şuur içinde “Menâsiki” yerine getirmektir. Ülkelerinden ve beldelerinden İslam dışı inanç ve düşüncelerle bu mübarek beldeye gelenlerin, İbrahim’e (aleyhisselam) iman ettiklerini söylemelerine rağmen, ülkelerinde cahili ve şirk düzenlerine karşı İbrahim’in (aleyhisselam) karşısında olanların istediği gibi bir hac ibadeti İbrahim’in haccının (aleyhisselam) anlamından çok uzak bir hacdır.

İbrahim ve oğlu İsmail, (aleyhimasselam) Allah’ın kendilerine vahyettiklerini doğrulamışlardı. Acaba bizler, İbrahim’den (aleyhisselam) bize kalan Nebevi mirasın ne kadarını doğruluyor ve bunu hayatımızla ortaya koyup yaşıyoruz? Evet, İbrahim (aleyhisselam) bir rüya görmüş ve oğlu İsmail de (aleyhisselam) onu doğrulamıştı. Acaba biz önümüzdeki Kitabı, “yani Kur’an’ı ve O’nu bize getiren Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) doğruluyor ve O’nun önderliğini kabul ediyor muyuz?

Ne zaman ki biz, İbrahimî bir dine gerçek olarak sahip olursak, işte o zaman nemrutlar gerçek yüzlerini gösterecekler ve bizleri İbrahim gibi, haccetmek istediğimiz için, belki de ateşlere atmayacaklar, fakat bizlere azabın en acısını ve işkencenin en modernini çektireceklerdir. Çünkü İbrahim’i (aleyhisselam) ateşlere atan din ve zihniyet, bugün yeryüzünün hemen hemen her yerinde hâkim durumda. İbrahim (aleyhisselam) ateşlere atıldı. Ama O, Allah yolunda imamet görevinin ve risaletin zirvesine ulaştığı için, ateş O’nu Rabbinin izni ile yakmıyordu. O’nun hicreti, zalimlerin ve müşriklerin tahtlarını sallıyor, yönetimlerini altüst ediyordu.

Kur’an’ın Müslümanlara yön vermesini istemeyen rejimler, İbrahimi bir haccın ilk belirtilerini gördükleri gün, nemrut gibi ateşlerini yakacaklardır. Çünkü İbrahimi bir haccın yeniden ihyası demek, Nebevi cihadın ve dinin yeniden dirilmesi demektir.      İbrahim (aleyhisselam) kavmini kendilerine ne yararları ve ne de zararları olacak putlara tapmaktan dolayı kınarken, acaba bugün bu toplumda yaşasaydı bu insanları kınamaz mıydı? Eğer bunları kınamaz dersek, bu, bizlerin henüz İbrahim’e (aleyhisselam) iman etmediğimizi ortaya koyacaktır. Rabbimizden dileğimiz, hayatımızın ibadetlerimizin ve ölümümüzün İbrahimi bir hayat, İbrahimi bir ibadet ve İbrahimi bir ölüm içinde sona ermesidir.

Hac, İslam’da öyle önemli bir yere sahiptir ki, Allah Azze ve Celle O’na güç yetirdiği halde gitmeyenlerin, kafirliklerini gündeme getirmektedir. (Bkz. Al-i İmran: 3/97)

Hz. Ömer (ra) ise, imkanları olduğu halde hacca gitmeyenlerden cizye almak istediğini söylemiştir. Ve “onlar Müslüman değiller, onlar Müslüman değiller” demiştir.

Haccın diğer önemli bir yönü de, İbrahim’in (aleyhisselam) sünnetinin yeniden ihya edilip ikame edilmedir. Bu, Rabbanî eylemlerin tamamı, İslam Dini’nin bütün güzelliklerini bir araya getirmektedir. Bundan ötürü Hac menasiki, İslami bir terbiye mektebinin menhecidir, yani programıdır. Hac menasiki itikadi bir süzgeç ve aynı zamanda İslam’ın tarihine açılan bir penceredir.

İslam’da Hac, İbrahim’den (aleyhisselam)  sonra İslam tarihindeki en büyük tevhidi “tashih” ve “ıslah”eylemidir. Zira İbrahim (aleyhisselam) Hac menasikini, tevhidin usulleri üzerine ikame eden ilk Rasul’dü. O’ndan sonra ise, bid’at ehli ve müşrikler O’nun getirdiği dini özelliklerini bozdular.

Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Menasikinizi benden alınız” diyerek Haccın tüm amellerini Sünneti’ne göre yapılmasını istemiştir. (Müslim, 1218, Ebu Davud, 1970 Cabir İbn Abdillah’dan).

Bu da, Hac menâikinin Sünnet’e göre eda edilmesinin önemini gösterir. Zira Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bid’atlerin amellere bulaştırılacağını biliyordu. Bunun için de bizi bid’atlara karşı uyarmıştır.

Bu ibadetlerin içerdiği; akide, amel ve gaye ile her yıl ikame edilmesi, bir tek gayeye yöneliktir; o da İslam akidesinin bütün alanlarını kuşatacak bir biçimde gündeme getirmek ve tevhid ehli arasında dünya çapındaki kardeşliklerini yenilemek için Rabbani bir cemaatleşme oluşundandır. Özellikle Ka’be’yi tavaf ve Arafat’ta vakfe, o mahşeri ve baş döndürücü harikulade görünüm, bu ümmetin İbrahim’e ve Muhammed’e (Allah’ın selamı her ikisine ve ihsanla onlara uyanlara olsun) bey’atını yenilemesidir.

Hac menasiki ancak böyle ikame edildiği zaman, gayesi istikametinde yerine getirilmiş olur. Bu mübarek beldeye gelmeden önce, tüm Müslümanlar kalpleri ve yüzleriyle buradaki Kabe-i Muazzama’ya yönelirler. Kabe, bu bakımdan İslam ümmetinin kalplerini itikad ve isteklerini yöntem ve tavırlarını tevhid edip birleştiren bir semboldür.

Bugün ne yazık ki, gördüğümüz manzara içler acısı. Kalpler ölü, yüzler solgun, bakışlar şaşkın. Pusulası olmayan veya kaptanını yitirmiş bir geminin yolcuları gibiyiz. Mescid ve camilerde tekbir getirip, yönlerini kıbleye çevirenleri Allah sadece ve sadece kendisine ibadet etmeye ve tağutu reddetmeye çağırırken, kalplerimize aydınlık ve ferahlık saçan bu mübarek beldeyi ve Allah’ın buradaki ayetlerini açık ve seçik olarak görmemize rağmen, nedense hâlâ tıpkı cahiliyye döneminde müşriklerin takındığı bazı tavırları takınmaktan kendimizi arındırmayı bir türlü düşünmüyoruz.

Bazıları sanki hacca gelenlerin sadece kendileri müslümanmış ve en iyi Müslümanlar kendileriymiş gibi çirkin bir zanla hareket etmektedirler. Namazımızda bizimle aynı kıbleye yönelen yüz milyonlarca insanla kardeş olduğumuzu, aynı Rabbe ve Rasule iman ettiğimizi, Allah’ın bizi de onlarla, onları da bizimle beraber hidayet ve Sırat-ı Müstakime erdirmesini dilimizle söylediğimiz halde, neredeyse bu mübarek beldede birbirimize selam vermeyecek bir hale gelmişiz. Zira bu satırların sahibi, o milyonlarca kalabalıklar arasında sürekli selam sünnetine uymak istemesine rağmen, Harem-i Şerif’i ziyarete gelenlerin hemen hemen çoğunun, Müslüman kardeşlerine selam vermediklerini bizzat görmüştür. Hâlbuki oraya gelenler tıpkı Allah Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ebu Bekr’i ve Hz. Ali’yi Tevbe Suresi ile müşriklerden ve onların yaptıklarından beri olduklarını ilan etmek için gönderdiğini ve bunun ardından Hicri 10. Uncu yılda ordusuyla Mekke’nin üzerine yürüyüp orayı kıyamet saatine kadar müşriklerden arındırmak ve onları da Mescid-i Haram’a yaklaştırmamak için tarihin en kansız ve in insani fethini gerçekleştirdiğini haccımızda tefekkürümüzün fatihası hükmünde kabul etmemiz gerekiyor değil miydi?

Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu fetihle İbrahim’in (aleyhisselam) Rabbani Sünneti’ni ve tevhid akidesini yeniden ikame etti ve böylece İbrahim’i haniflik, kıyamete kadar küfre ve şirke üstün geldi. Öyleyse bugün insanların gaflet içinde, nübüvvetin bereketi ve nuru ile aydınlanmış bu beldeye, İbrahim ve Muhammed’in (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) Sünneti’ni ihya etmekten ve Mekke’nin fethinin taşıdığı “anlam” ve “mesaj”ın çok uzağında olmalarının anlamı nedir?

Bir diğer mesele, mescidlerin sadece Allah’a has kılınması ve buralarda Allah’a, emrettiği sınırlar içinde ve razı olduğu doğrultuda bir kıyamla ibadet etmenin; aslında “Kelime-i Şehadet”le beraber, onun “fıkhı”nı ve dindeki önemini anlamamız gereken çok ciddi bir konu olduğunun doğrusu hiç gündeme getirilmemesi, acaba, Allah Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) “risaleti”ne iman etmekle bir ilgisi vardır mıdır?

Eğer bir Hac ibadeti, Mekke’nin fethi gibi veya “veda haccı”ndaki gibi, oraya saf, temiz ve halis bir iman ve akideyi götürmüyor ve oradan da bir şeyi, hiç kimseye öğretmeden veya hiçbir ibret almadan başlayıp bitiriyorsa, bunun insanlar için “kıyam” olduğunu söylemek sadece bir sözden ibaret kalır. Hâlbuki Hac, tıpkı “Kelime-i Şehadet” gibi bir farizadır. Şartları, rükünleri ve sünnetleri olan bir mükellefiyettir. İnsanların hemen hemen çoğu Kur’an’ı fıkhederek okumuyorlar, belki de anlamını hiç bilmeden haccediyorlar. Dolayısıyla böle haccedenlerin “Kelime-i Şehadet” ilmi hakkında da hiçbir fıkha ve bilgiye sahip olmadıklarını görürsünüz. Temel şartı (rüknü) anlaşılmayan İslam’ı, hangi yöntemle yaşayacaksınız. Bu, “La İlahe İllallah”ın ilmi bilinmeden mümkün olamaz.

Burada kendimize şöyle bir soru sormamız gerekmez mi? “Kelime-i Şehadet”’in ilmi yok, (yani tevhid ilmi) haccın İbrahimi hanif bir ibadet oluşundaki hikmetler ve derslerin bilgisi ve fıkhı yok. Peki, bütün bu çabalar niye? Öyleyse şunu açık ve seçik olarak söylemek gerekiyor. Haccın farz olması, “Kelime-i Şehadet”in farz olmasındandır. Zira o farz ile biz Allah için;  namaz, zekât, hac ve oruç gibi ibadetleri yerine getirmeye söz vermiş oluyoruz. Peki, biz hacca giderken; sağlık kontrollerimzi, menenjit hastalığı vb. tıbbi kontrolleri yaptırdığımızı gibi, Kur’an ve Sünnet’in aydınlığında, imanımızın da sağlamasını yapıyor muyuz?

İnsanlar orada neye ihtiyacım olur diye, günlerce bunun hesabını yapabilirlerken, neden kendimizi iman ve akide kontrolüne tabi tutmanın önemini kavramıyor ve bunu gündeme getir miyoruz? Ne yazık ki, dünyada ihtiyaç ve gerekçelerimiz için olmadık sıkıntılara katlanırken, akidemizin Allah Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği akide, yaşadığımız hayatın O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabının yaşamış olduğu hayat gibi bir hayat olup olmadığı hususunda kayda değer ciddi bir endişe taşımıyor ve bu konuda acı duymuyoruz?

Öyleyse ey insanlar, nereye gidiyoruz diye çıkıp bağıracak biri yok mu? diye haykırası geliyor insanın!

İslam’ın ilk temel kaidesini henüz tanıyamamış olan insanlar; acaba haccetmeyei gitmeyi önemsedikleri kadar, Kur’an’ın emirlerine ve Rasul’ün (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünneti’ne sarılmak noktasında ne gibi gayretler sarf ediyorlar? Şeytani sistemler Müslümanların dinlerini yaşama hakkı bile tanımaz iken, orada şeytan taşlamanın anlamı nedir? Şeytanı taşlarken, ne yazık ki, bunu derinliğine şeytanla işbirliği etmiş olan rejimlerle işbirliği içinde olanlara yardım ve destek vermenin, İslam’a göre izah edilecek bir yanı var mı? diye kendimize hiç sormuyoruz?

İbrahim’in (aleyhisselam) Ka’be’sine kalplerimizdeki putları yıkmadan, cahiliyyenin, bid’at ve münkerlerin vurduğu prangaları kırmadan, Kur’an’a aykırı;  akide, düşünce, ve ideolojileri reddetmeden “İbrahim’in Milleti” üzere olamayız. Çünkü İbrahim (aleyhisselam) putçu müşrik düzenlere ve onu yaşatanlara karşı tevhid üzere bir mücadele vermişti.

Allah Azze ve Celle kitabında, İbrahim’den (aleyhisselam) söz ederken O’nun şöyle dediğini bize haber veriyor:

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هَـذَا الْبَلَدَ آمِناً وَاجْنُبْنِي وَبَنِيَّ أَن نَّعْبُدَالأَصْنَامَ {35} رَبِّ إِنَّهُنَّ أَضْلَلْنَ كَثِيراً مِّنَ النَّاسِ فَمَن تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ {36}رَّبَّنَا إِنِّي أَسْكَنتُ مِن ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِندَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُواْ الصَّلاَةَ فَاجْعَلْ أَفْئِدَةً مِّنَ النَّاسِ تَهْوِي إِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُم مِّنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ {37}

 

35.“Hani İbrahim; Ey Rabbim, bu beldeyi emin kıl ve benimle çocuklarımı puta tapmaktan uzak eyle demişti.

  1. Rabbim onlar insanların çoğunu saptırdılar, kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, Sen gerçekten çok bağışlayıcı ve acıyıcısın demişti.
  2. Yine Rabbimiz, ben zürriyetimden bir kısmını Sen’in saygın kılınmış evinin yanında hiçbir yeşilliği olmayan bir vadiye yerleştirdim ki, Rabbimiz namazı ikame etsinler. Sen de, insanlardan bir kısmının kalplerini onlara karşı sevgi besler kıl ve onları rızıklandır ki, şükretsinler.”

(İbrahim: 14/35-37)

 

İbrahim (aleyhisselam) duasında şöyle diyordu:

رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلاَةِ وَمِن ذُرِّيَّتِي رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَاء

“Rabbim, beni zürriyetimden olanları namazı ikame edici kıl. Rabbim duamı kabul et.”

(İbrahim: 14/40)

Dikkat edilirse; İbrahim, Hacer’i, İsmail’i ve onun soyundan gelecek olanları, namazı ikame etsinler diye Mekke’ye götürüp yerleştiriyor. Hâlbuki namazı istedikleri yerde de ikame edebilirlerdi. Neden bunun için Mekke seçilmiş olsun ki? İşte burada Mescid-i Haram’ın Allah katında nasıl değerlendirildiğini ve kendisine niçin böyle önem verildiğini rahatlıkla anlayabiliriz.

Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Mescid-i Haram’ı müşrik yönetimlerin elinden almıştır. Bugün yeryüzünde İslam’ın hükümlerini reddedip uygulamayan rejimler, İslam’ın mescidlerine el koymuşlardır. Bunun kurtarılmasının, Hac ibadeti ile hiçbir ilgisi yok mu?

Zira Allah Azze ve Celle mescidler hakkında kitabında şöyle buyurmaktadır:

مَا كَانَ لِلْمُشْرِكِينَ أَن يَعْمُرُواْ مَسَاجِدَ الله شَاهِدِينَ عَلَى أَنفُسِهِمْ بِالْكُفْرِ أُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ وَفِي النَّارِ هُمْ خَالِدُونَ {17} إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ فَعَسَى أُوْلَـئِكَ أَن يَكُونُواْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ {18}

 

  1. “ Müşrikler, kendilerin kafir olduklarına şahidlik ettikleri halde, Allah’ın mescidlerini imar etmezler. Onların amelleri bozulup gitmiş ve onlar (cehennem) ateşinde ölümsüz olarak kalıcıdırlar.
  2. Ancak Allah’ın mescidlerini, Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı ikame eden, zekâtı veren ve ancak Allah’tan korkanlar imar ederler. Umulur ki, onlar hidayete evrenler olurlal.”

(Tevbe: 9/17, 18)

Müşrikler cahiliyyede nasıl Ka’be’yi yıkmamışlarsa, bugünkü müşrikler de ondan istifade edip sistemleri uğrunda kullanmak için yıkmayabilirler. Mescid-i Haram’ı, vereceği mesajdan mahrum etmek, onun binasını yıkmaktan çok daha büyük ve korkunç bir tahriptir. Bu da mescidleri, milliyetçi devletlerin bir kurumları haline getirip sahip oldukları Kur’anî mesajdan mahrum bırakmaktır. Nihayet bu ülkede mescidler ve camiler, ilimden ve âlimlerden yoksun bırakılarak ve sadece göstermelik bir biçimde açık tutularak insanlar uyutulmakta ve dinlerinin en büyük gerçeklerinden birinden gafil kılınmaktadırlar. İşte asıl mescidlerle savaşma ve mescidleri harap etme budur.

Allah Azze ve Celle kitabında şöyle diyor:

 

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن مَّنَعَ مَسَاجِدَ اللّهِ أَن يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُوْلَـئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَن يَدْخُلُوهَا إِلاَّ خَآئِفِينَ لهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌوَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ

“Allah’ın mescidlerinde Allah’ın adının anılmasına engel olup, onların harap edilmesi için çabalayanlardan daha zalim kim olabilir. Onlar oralara ancak korkarak girerler. Onlar için dünyada bir aşağılanma ve ahrette de büyük bir azap vardır.”

Mehmet Emin Akın