Bir Hapishane Mektubu ve Verdiği Dersler

 

Bismillah                                                                                                                             22 Mart 2002

Aziz Ağabeyim ve Hocam [*]

Allah’ın selamıyla selamlarım sizi. En kalbi ve ulvi hislerimle hürmet ve muhabbetlerimi sunarım. Rabbimiz, üzerinizdeki atâ ve ihsanını ziyade kılsın.

Ağbi, kıymetli mektubunuz, daha isabetli adlandırma ile risaleniz için müteşekkirim size. (ikazınıza binaen belirteyim ki, bu ikinci mektubunuz). Bunu kıymetli bir iltifat addediyorum, ayrıca inşaallah güzel bir hatıra olarak daima saklayacağım. muhtevası ve manasıyla birlikte ele alındığında ise, bu emeğinizden ve ihtimamınızdan ötürü, Allah ecrinizi artırsın demekten başka söyleyecek söz bulamıyorum. Esenlik verici bir seyahat, bereketli doyurucu bir ziyafetti. Allah razı olsun.

İtiraf etmeliyim ki, son birkaç gündür hummalı bir okuma ameliyesi içindeydim. mahkemeye kadar olmak üzere tesbit ettiğim programa riayet etme adına nefsimi disipline ediyordum. ne yazık ki, bir türlü mütekâmil bir hayat üslubu teşkil edememe zaafı bu halde de nüksetmiş ve “tilavet” ve “tezekkür”ü ihmal etmeye başlamıştım. Bu boşluğun farkına varmama rağmen, dengeleyici ve düzenleyici hamleyi bir türlü yapamıyordum. Risalenizdeki “teşvik” ve “terğîb”iniz, bu hamleyi yapma irademi tahkim etti. Allah, nasihatlarınızı benim için daha da feyizli kılsın.

Geçenlerde Mücadele Suresi’nin son pasajını ezberlemeye gayret ederken, hakkında mütalaalarda bulunduğumuz pek çok ölümcül zaafın ilahî teşhisine daha yakından bakma imkanı buldum ve ne yalan söyleyim irkildim.

Bizim kuşağın pek sık müracaat ettiği, siyak-sibakından koparıp kullandığı terimlerden biri olan “hizbuşşeytan”ın bu pasajdaki tasvirindeki ikaz ediciliği bu aleniyette idrak ettiğimi doğrusu hatırlamıyorum. Bizim kuşak tamamen siyasî, toplumsal bir tasvir/tasavvur üretirken, Kur’an’ın ilk elde ve ağırlık merkezini teşkil edecek surette ahlaki ve bireysel bir muhtevayı öne çıkarttığını görüyoruz. Önceden nedense görmüyordum, bu yalın gerçeği. “ اسْتَحْوَذَ عَلَيْهِمُ الشَّيْطَانُ فَأَنسَاهُمْ ذِكْرَ اللَّهِ”[Mucadile:19]  Bu vasfı kolayca, hiç üstünde durmaksızın onlar’a hamletmek, gerçekten kolaycılık ve tehlikeli bir yüzeysellik arz ediyor. “فَأَنسَاهُمْ ذِكْرَ اللَّهِ”  İşte burada donakalıyorum. Böylelikle de[**]Allah’ın zikrini unutturmuştur onlara.

Onlara o kadar da uzak olmadığımı, olmadığımızı bir an için çarpıcı biçimde idrak ettim ve “onlar”dan uzak olmanın, “onlar”a benzemenin yolunun siyasi, toplumsal değil, Allah’ın zikri gibi ahlaki, ameli, bireysel bir odakta temerküz ettiğini anladım. Keşke bunu bu çarpıcılığı, yakıcılığıyla önceden anlasaydım.

Kısa bir süre önce bir kardeşe biraz içimi dökmüştüm. Biraz geçmişin muhasebesi sadedinde, Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnetlerine özenle riayet etmeksiniz, sırf farzlarla yetinerek namazları köşeye sıkıştırarak, “zikr” ve “istiğfar”dan uzak yaşayarak kendimi nasıl Müslüman olarak algılamışım, şaşıyorum, demiştim. O kardeş de cevaben, “valla biz şaşmadan o hal üzere yaşıyoruz; bu, çok önemli bir fark”… diye yazmıştı. Allah’a hamdolsun ben sahici bir değişimin sancısını duyuyorum ve buna vesile olduğu, zemin olduğu için de cezaevi imtihanını şükrediyorum. Dışarıda çok dağıtmıştım, bu kadar bile toplayamazdım dışarıda. Bu sebepten, özellikle bundan dolayı hapisliğimi bir lütf-u ilahi gördüm, şeytanın tüm iğvalarına rağmen.

Ağabey, bu sorunlarımızı daha önce de konuştuğumuz gibi, bir yönüyle öncülerimizin, Türkiye’deki öne çıkmış model şahsiyetlerin temsil ettikleri insan kalitesiyle ilgili. Postlarında oturan, mikrofon tutan, spotların altında duran, kürsü, koltuk sahibi zevat hangi ahlakî, ilmî kalite ve seviyeye sahip ki, “sair efrad”da şu gördüğümüz halden daha iyi bir halde olsun? Yaşanan, tanık olunan ahlaki çürüme ve düşüklük de, yöntemsel kırılma ve sapmalar da, gittikçe “mele” ve “mütref” kategorisine daha çok yaklaşan, merkezden, özden uzaklaşan bu zevatın eseridir büyük oranda.

İncil’de; “Hey gidi kör kılavuzlar!..! deniyor ya, bu zevat bir miktar bu hitaptan nasibdâr oluyor gibime geliyor. Bu bağlamda, genel camiamızı kitlemizi mahkum etmek, kerih görmek, onlara hasımlık etmek yerine, bu sınıfın analizine ve tenkidine yönelmek gerekiyor galiba. Bu elbette, camiamızın vebalini yok saymak, onları aklamak anlamına gelmemeli. Zaten bu tenkit ve hüküm alanı daima psikolojik, subjektif faktörlerin tesiri altında kalmaya elverişli bir alan olmuştur ve ihtimal ki, benim yaklaşımım da bu faktörler devrededir. Yine de sormaktan kendimi alamıyorum; “muhabbetullah”ı yudumlamış, nefsini tezkiye etmiş, kalb-i selîm sahibi insanlar olsaydı, bu kadar kötü ve aşağılık olabilir miydi camiamızın ahlaki durumu?

Sorunlarını dinine karıştırmayan, insaf ve adalet sahibi, dürüst ve erdemli alimler olsaydı, hal vaziyet böyle mi olurdu? Öyle alimlerimiz var ki, ben onların “cennet diye bir özlemleri”, “cehennem diye bir korkuları” olduğunu sanmıyorum. Öyle “önderler’imiz var ki, ben onların bir kez olsun, Allah için gizli gizli ağladıklarına inanmıyorum. Şu halde ne beklenebilir?

Özür dilerim, insicam içinde yürümüyor belki düşüncelerim ama müsamahanıza i’timad ederek yazıyorum. Benim intibam o ki, Türkiye’de İslamcılık yöntemsel meseleler etrafında ciddi bir arınma ve yenilenme elbette yaşamalıdır, belki bu, önceliklidir de. Ancak, asıl hesaplaşma ahlakî planda olacaktır, olmalıdır.

Egemen insan tipi, ilişkiler, hayat tarzı sürdüğü müddetçe veya şekli bazı değişikliklerle yetinildiği müddetçe; hangi yöntemde karar kılınırsa kılınsın, maksad hasıl olmayacaktır. Eğri insanlara doğru yöntem de kâr etmeyecektir.

Bilmiyorum, belki aşırılığa düşüyorum ama din­­­­-ahlak özdeşliğini belirten hadislerden de bunu anlıyorum. Velhasıl, kapsamlı bir tecdide, ahlakı ön planda gören bir bakışım var.

Sünnet’in ihtişamı karşısında yaşadığımı hayranlık ve ihtiram da bununla ilgili diyebilirim. Nebevî şahsiyetin yokluğunun ne büyük bir mahrumiyet olduğunu anlamak da.

Bu vesileyle ifade etmek istiyorum; hadis ilmi, Sünnet araştırmaları bu Nebevî şahsiyetin inşasına katkıları münasebetiyle “kutsal” ve “kıymetli”. Bizi hikmet’e, “usvetu’n-hasene’ye o evrensel örneklik ve önderliğe ulaştırdıkça vazgeçilmez ve paha biçilmez. Yoksa tarih ilminin bir kategorisine dönüşecektir mesela. Sizin de hadisten beklentinizin de bu alanda yoğunlaştığını sanıyorum.

Ağbi, boyumdan büyük laflar etmeye kalkıyorsam mazur görün. Kapatıyorum bu “teorik” bahsi ve sizin pek malumat vermediğiniz gündelik hayat üzerine konuşmak istiyorum. Ağbi, mektubunuza “dercettiğiniz” “küçük bir rica” başlıklı nasihata artık muhatap değilim çok şükür. Allah’ın inayetiyle hücreme çekildiğimden beridir, yaklaşık iki aydır bıraktım onu; duman’ı da, duhan’ı da. Buna çok şaşırdığınızı ve sevindiğinizi buradan görebiliyorum.

Ağabeyim, yalnızlık ile alakalı yazdıklarınızı ibretle okudum. Allah’a hamdolsun, ben de o şuuru muhafaza etmeye çalışıyorum. Kendisi hakkında tatlı bir ihtilaf yaşadığımız İsmet Özel çok güzel bir cümle kurmuştu: “Müslüman olduktan sonra yalnızlık duygusu benden en uzak duygu olmuştu.” Hakikaten, bir Müslüman “iki kişinin üçüncüsü…” olan Rabbi varken, nasıl yalnız olabilir ki? Bir de meleklerimizi düşünürsek, bir Müslüman için yalnızlık bir hayli zor! Ömer (radiyallahu anhu); “uzletten payınızı almayı unutmayın” diyormuş. Bizim ki olsa olsa bu olur, cemaatta, toplumsallıkta, çoğullukta bulamadığımız, uzak düştüğümüz bazı değerleri uzlette aramak. Hamdolsun ki, Rabbim çok cömert davrandı, çok ikramda bulundu bana. Çevresel şartların olumsuzluklarına rağmen, mübalağasız diyebilirim ki, hayatımın en müsterih ve mutmain dönemini yaşıyorum. Ayrıca bir müddet sonra yeniden C bloka geçmek üzere idare ile görüştüm. Müsait bir zamanda bu gerçekleşecek inşaallah. Şöyle, Ekmel Abi’nin yanındaki koğuşta mesela, şöyle danışıklı bir inziva hiç de fena olmaz diyorum Ağbi. Keşke siz de olsaydınız. Konuşacak, dertleşecek o kadar çok şey var ki.

Aziz Ağabeyim, ellerinizden öpüyorum. Lütfen dualarınızda beni de hatırlayın. Rabbim, şevkinizi ve vecdinizi eksiltmesin. Vesselamu aleyküm [ve özür, bu kötü son için!]

Bülent Tokgöz


[*]    Bu mektubu Bülent kardeşim Eskişehir ÖTC Güdül’de Yusuf’un izlerini sürerken bana göndermişti. kendisi mektubumdan çok şeyler öğrendiğini söylerken ben de onun mektubundan kendim için istifade edilecek dersler aldım. Rabbim nerde olursa olsun, kendisini “sırat-ı müstekim” üzere kılsın ve İslam üzere yaşatıp İslam üzere katına misafir etsin ve bizi de cihadının bereketinden nasiplendirsin. (Mehmet Emin Akın)

[**] şeytan demek istiyor

 

 

Ş